Filmin her iki bölümünü seyrettim ve her zamanki
gibi Lars Von Trier hayranlığım doruğa ulaşmış olarak bitirdim. Niye bu aykırı
adamı bu kadar seviyorum? Filmlerinde ele aldığı her konuyu irdeleme biçimine
ve cesaretine, sınırları zorlaması, sorulmayanı sorma biçimi ve anlatım gücüne
bayılıyorum. Lars her filmde aslında kendi kendine konuşuyor, kendini arıyor,
buluyor ve gerçekleştiriyor. Umarsızca ve egoistçe filmlerini sonlandırıyor.
Her filmindeki aşırılığı ve rahatsız ediciliği
aslında insanların içindeki çeşitliliği gözler önüne seriyor: görmek, duymak,
hissetmek ve düşünmek dahi istemediklerimizin yok olmadığını tam tersi var
olanı bunca ahlak kuralı, din kuralı ve toplum kuralı olmasına rağmen
engellemenin imkansızlığını mühürleyip tasdikliyor. Zaman zaman yerden yere
vuruyor seni, tırmalıyor, kaşındırıyor,
yargı değerlerini sarsıyor, düşündürüyor ve yeniden seni sana bırakıyor.
Kendine gelmek zaman alıyor. Garip bir şekilde en sevdiğim anlar aslında
Lars’ın her filmini bittirdiğimde kendime tam olarak gelemediğim o arada
kalmışlık duygusu içinde olduğum anlar. Filmin etki alanının üzerimde sürmesi ,
kendimi, dengemi bulana kadarki o süreç nefis. Doğrular ve yanlışlar kime göre
ve neye göre şekilleniyor?
Charlotte Gainsgourg’a bir kez daha bayıldım bu filmde.
Stacy Martin’i de sevdim çünkü donukluğu, yüzündeki o naif vurdumduymaz
ifadesi, duygusuz bencilliği, anlamsız bakışları, sığlığı, kaygısızlığı,
umarsızlığı, kendi canının istediği şey dışında hiçbirşeyi önemsememesi
suratından okunuyor. Kayıp bir genç kız vakasını canlandırma başarısı oldukça
iyi.
Tren sahnesinde Lars erkekleri nasıl da aşağılamış,
nasıl da basit birer hayvan imgesine dönüştürmüş, hepsi birer av ve hepsi birer
denek haline sokulmuş. Gerçekten böyle mi erkekler, bu kadar basit mi? Bilmedikleri
tanımadıkları sadece görüntüden ibaret bir
kadın onların değer yargılarını hemen ve anında kolayca birkaç dakikalık
zevk uğuruna yıkıp parçalayabiliyor mu? Çocuk yapmak için karısına dönen
birinci sınıf yolcusunda basitleştirilmiş erkek imgesini esas 3 çocuk babası
adamın ailesine, çocuklarına ve karısına karşı genç Joe’yu seçmesiyle daha da
pekiştiriyor. Bu evli ve çocuklu adam aslında Joe’nun vucudu dışında (ki bu
bile soru işareti), hiçbir yerine ulaşamadığı,
tanımadığı, sadece kendi hayalinde kurguladığı bu kadın uğuruna emek verdiği ve
yıllarca sürdürdüğü aile yaşamını kolayca elinin tersiyle itiyor. Acı,
gerçekten acı.
Filmin müzik seçimi olağanüstü. Filmde fonu
oluşturan mekanların kasveti ve darlığı, geniş mekanlardaki boşluk ve yalnızlık
duygusu filmdeki konunun baskısı ve enerjisiyle paralellik gösteriyor ve
fazlasıyla gerçekçi bir hava katıyor. Toplum içindeki soyutlanmışlık, birçok
yapılabilecek seçim arasından tek olanı, sadece birini seçmiş olmanın ve onu
limitsizce yaşamayı seçmenin rahatsız edici ve sarsıcı gidişatı müzükle
birlikte yaratılan atmosferde akıp gidiyor: tuğlalar, ağaçlar, yapraklar, çöp
kovası,sokak, bahçe kapısı. Hepsi yalnız. Joe’nun tedavi edilmez yalnızlığını
haykırıyor.
Yüzeysel bir özet yapmam gerekirse filmi entel
pornosu olarak tanımlayabilirim. Hayatında sex dışında hiçbir şeyde anlam
bulamayan bir kadınla, kitaplar dışında hiçbir hayatı olmamamış bir adamın
kadının hayatını ve yaptıklarını anlamlandırmaya çalışmasının ve bu ikisinin
hazin sonu. Bitişin allak bullak ettiği ve konunun kurşun gibi hedefi
tutturmaya çalıştığı bir film bu.
Bana kalırsa Lars kesinlikle Joe’da kadının gücünü
ve kadın vücudunun üstünlüğünü anlatmak istemiş ( aynı gün içinde birçok
erkekle birlikte olma gücü ve buna
karşı erkek istese dahi her saat başı
başkasıyla birlikte olabilecek fiziksel güce sahip olamayışı aslında kadınlara
yıllardır yapılan baskıların da cevabı gibi). Kadının bunu aşırı kullanmasının
getireceği vahim sonucu da çarpıcı bir şekilde anlatmak istemiş Lars. Kadına,
erkek karşısında yıllar yılı ezilmişliğin karşısında kendi vucudunun ve
müstehcen isteklerinin peşinden gitmeyi
seçen, ahlak ,kural, dayatma, doğru yanlış gözetlemeksizin sonuna kadar gitme
şansı veriyor. Kadın Lars sayesinde sadece yapmak istediğini yapar, anne olmayı
reddeder, eş olmayı reddeder, çalışma hayatında bir yerde var olmayı,
sorumluluk almayı reddeder. Zevk ,sehvet, ego disinda hiçbirşeyin önemi yok.
Aslında ilk birlikteliği 3 önden 5 arkadan şeklinde
gerçekleşmesinin acılı hatırası bu fiziksel acı gösterdiği her davranışta
erkeklere karşı öfkeli ve duygusuz bir patlama şeklinde sonuçlanıyor. Aşka
yenik düşmeyi reddeder ve seksi hayatında öncü ve yönetici olarak seçer. Bu
kadının kendi seçimidir. Toplumdan dışlanması ve kabul görmemesi onu durdurmaz.
Tam tersi daha da seksin üstüne giderek kendi sınırlarını tanımak ister,
evlidir ama seks hayatı doyurmaz onu bu
nedenle de kocasının “bir kaplan alıyorsan onu doyurmayı bileceksin” diyor,
kadının başkalarıyla birlikte olmasına izin veriyor. Çocuk dahi kadını terbiye
edemez, çocuğunu gece yarısı evde tek başına bırakıp seksin peşinden, vücudunun
isteklerinin ardından gider. Kısacası kadın her çeşit kural ve normu
yıkılmıştır. Kadın aynı kontrolsüz bir erkekten farksız ahlaksızca tüm
değerleri ayaklar altına alıp zevkin peşinden gidiyor. Bu da kadının toplumal
role tepkisi, erkekleşmesidir.
Bunun yıkıcılığını esas aile yaşamında görüyoruz,
orada cinsel olarak tek eşlilikle sınırlı kalamayan kadın anneliği, eş olmanın
kurallarını ezip bencilliğini ön plana çıkarırsa toplumdaki birçok değerin
aslında nasıl da yok olacağını basitçe görebiliyoruz.
Sadizmin, pedofilinin, eşcinselliğin aslında
insanı nasıl da sınırların dışına, normalin dışına, toplumun dışına ittiğin
göstermekle kalmamış, bunu anlamakta zorluk çeksek de bunların toplumda var
olduğunu açıkça göstermiş Lars. İstesek de, istemesek de bizi cinsel
dürtülerimiz yönetiyor ama onlara teslim olmak mı doğru yoksa kontrol altında
tutmak mı, hangi noktada daha ahlaklıyız?
Filmde yabancıların tehlikeli olabileceğini de çok
net görüyoruz. Yaşlı Seligman kendisine
yabancı bu yaralı kadını evine alıp yardım etmeyi seçiyor, bu seçim onun
hayatına mal oluyor. Kadın silahı eline alıp öldürmeyi seçiyor. Silah patlıyor.
Hayat seçimlerimiz, bizi biz yapan şey de geçmişte
ve bugün seçtiğimiz şeylerdir.
Kural, ahlak, doğru, kadınlık, seks annelik,
insanlık, değer yargıları, toplum beklentileri, istekler, sevgi, aile, arayış,
merak, zevk, şehvet, hep daha çok istemek, doyumsuzluk, harmanlanmış ve aşırılığın
dengeyi nasıl da sarstığını göstermiş film.
Kadının gücünden korkan erkeklere evet korkun
mesajı mı bu, kadının gücünü küçümseyen erkeğe de bir cevap mı aynı zamanda. Yenen
kim, yenilen kim ve niye?
Filmin sonunda açık ve net olarak heba olmuş iki hayat görüyoruz: sex dışında
hiçbir şey yapmayan, yapamayan, yapmak istemeyen bir kadın Joe ve kitapları
dışında gerçek hayatla teması olmayan izole bir adam Seligman. İkisi de uçlarda
birinde sınırsız varken diğerinde hiç yok. Lars Von Trier ‘nin hiçbir filminde
denge yok. Dengesizlik varsa da çatışma ve savaş var . Normların yılıldığı ve
dengenin yitirildiği yerdeki varlık kaybetmeye mahkümdur.
Film bir kurşun gibi patlıyor ve hayatın içindeki değerleri yerine
oturtup bitiyor.