Londra’dan sıkılıp biraz da başka bir şehrini göreyim bu İnglitere’nin diye
yola çıktığımda aslında Londra’dan pek de farklı olmayan bir yerle
karşılaşacağımı düşünmüştüm. Yanılmışım!
Temiz sokakaları ve derli toplu yapısıyla bu şehir insanın hayatının sonuna kadar orada olmaktan mutluluk duyabileceği herşeye sahip, sadece dünyanın en iyi üniversitelerine sahip olmasından dolayı değil, İnglitere’nin en iyi mimari yapısına da örnek, modern binalarla gotik tarzdaki kiliseleri, parkları, nehir kenarındaki evleri gerçekten insanın yüreğine huzur serpiyor. Yürüyerek birkaç saatte şehrin hakimi olabiliyor insan.
Şehir küçük ve derli toplu. Londra’nın kalabalığından eser yok, garip bir
şekilde şehirde pek turiste de rastlayamadım o gün, bol bol öğrenci,genç, orta
yaşlı ve yaşı ilerlemiş bir sürü de bisikletli.Her sokakta onlarca bisiklet. Çocukluğumda
üstünden inmediğim bisiklete binme zevkini tatmayalı ne çok oldu diye düşündüm
birden. Bu insanlar neden şanslı diye düşünmedim , biz türkler bunu yaşayacak
ve yaşatacak herşeye sahipken neden insanımıza bu mutluluğu tattırmak
istemediğimizi düşündüm.
Hayatı hep zorlaştırmak üzerine herşeyi yaptığımızı açıkça bu mesafeden
fark ettim. Bazı şeyleri görmezden geldiğimizi ve birçok gerçeğe perde
çektiğimizi farkettim. Neden örneğin işe bisikletle gitmek gelmek yerine
otobüslerde üst üste nefesi nefesimize karışan bir sürü yabancıyla içiçe
olmaktan enerjimiz bitmiş tükenmiş şekilde eve gitmekten hoşlanıyoruz? Neden oturduğumuz
eve yakın iş bulamıyoruz ya da işe ulaşabilmek için hep uzun yollar katetmek
zorundayız, neden vakit denilen şey avrupa insanına göre bizde hep daha az,
öyle çok soru ve o kadar çok cevapsız ve çözümsüz kalan düşünceler, geldi gitti
aklımdan.
O çok uluslu dünyanın her yerinden insanın yaşadığı yer olan Londra’dan
eser yok Cambridge’de, sanki onca paki, hindu, hispanik, türk, rus, polonyalı hepsi Londra’nın ötesine adım atamamış, oranın
dışına çıkmaktan korkmuş gibi, bu sadelikten, bu düzenden, bu huzurdan korkmuş
gibi. Öyle ya büyük şehrin kalabalığı ve gürültüsü, karmaşası ve stresi
hepimizin DNA’sına, genlerine işlemiş, onsuz yapamıyor gibiyiz...
Cambridge benim ruhumu ele geçirdi. Bu steril, çok temiz, dar sokakları ve
oradaki sokak kafeleri ile eski kiliseler, eğitim binaları ve kütüphaneleri ile
kendimi hem bir akdeniz kasabasında, hem de film 7 kitap kahramanı gibi zamanın
akışı içinde kaybolmuş hissettim, bir sokağında 14.yy’da yürürken başka bir
sokağında 18.yy’ı yaşadım, ömrüme ömür, dünyama yeni bir dünya görüşü kattı
Cambridge. Gezen mi çok bilir okuyan mı sorusuna, okuyan mutlaka gezmeli
saptamamı ekletti bana.
Şehirde adım attığım her yer kilise, mimarileri büyüleyici olsa da bu kadar
çok kiliseye bu küçük şehirde neden ihtiyaç duyulabileceğini bir türlü aklım almıyor.
Başka bir şehirde rastlanır mı buncasına da merak ediyorum doğrusu. Dini
otoritenin bir zamanlar, çok uzun yıllar boyunca Avrupa’da tek otorite olduğunu
da unutmamak gerek elbette. Belki de işte bu otoriteden savaşarak, canlar
vererek fazlasıyla çekmiş olan Avrupa insanı bu kiliselerin her birini birer
ders vermek amacıyla ayakta tutmak istiyor. Kiliseler bir ders, bir otorite,
bir baskı ,bir korku unsuru gibi orada dikiliyor ama aynı zamanda da dinin
hakimiyeti karşısında insanın zaferi gibi, dini devlet işlerinden ayırabilmiş
olan insanın zafer anıtı gibi orada yükseliyorlar.
Benim büyüdüğüm kadaba da 100.000 kişilikti ama şehirde tek bir kilise ve
tek bir cami vardı, herkesin huzuru, mutluluğu, insana saygısı, çevreye
duyarlılığı vardı. Bizler de isiklete de biniyorduk, parklarımız da eşsiz
yeşillikteydi, nehrimiz yaz kış de akıyordu ve şelalemizin etrafında oluşan
gölde yazları yüzüyor ve güneşleniyorduk. Evlerimizin bahçelerinde güneşte
ısınan sularla duşa alıyorduk. Nerede kaldı o güzelim zamanlar ahhh....Anladım ki
parayla satın alınamayacak huzurlu büyülü, mutlu çocukluğumu hala arıyorum ama hiçbir
yerde tam olarak bulamıyorum.
Veni , vidi , vici!