16 Aralık 2013 Pazartesi

Good Bye Lenin

Good Bye Lenin,



Filmi nasıl da  sevdim. Onun bir yerinde benden de birşeyler var, yaşadığım hissettiğim şeyler, çok tanıdık, bana çok yakın. Benim geçmişimden tanıdık izler taşıyor. Çavdarçe, piyoner, komsomoletzJ.Nasıl da naif, nasıl da temizdik bir zamanlar.
İnsanların yaşadığı uzak bir geçmiş şimdi sosyalizm, okunmuş bir kitap, arasıra hatırladığın bir şarkı gibi. Çocukluğum, o masum, o düş ülkesi, o mükemmel dünya yok artık. Çocukluğumla birlikte uçup gitti hayaller ve mutluluk. Dünya bambaşka bugün, başka türlü yaşıyor ve yaşatılıyor.Nasıl bir dünyaydı o: güneşli, parlak, dertsiz, tasasız, güven içinde...
Bahçedeki domatesten ya da komşunun bahçesindeki kirazlar yok oldu, toprağın mis kokusu, oynayan çocukların neşeli çığlıkları dinidi, güneş parlaklığını yitirdi, renkler soldu ve gelecek gri tonlarında gezinip duruyor şimdi. Heryer korna, heryer ekzoz dumanı şimdi. Çamur kir, ter kokusu...Çocukluğumdaki dostlarım da dünyanın bir taraflarına dağıdı gitti. Bilmediğim bir diyarda ben de varım demenin yollarını yıllardır aşıyorum. Yeni okul, yeni alışkanlıklar, paralı kavramının öğrenilmesi, kendini ifade etme gücünü yitirip yeniden oluşturmak, dalga geçmek, dışlanmak, kendini dışlamak, korkmak, güvensizlik, kadın olmak, farklı olmak, garibanlık, çalışmak....Sonuç bugünkü ben. İş güç, ekmek parası bugünü yaşamadan hep yarın için çalışıp didinmekte olmak. İnsan mutlu Sisyphos olmayı başarmalı, olmazsa düşüne düşüne hayatın anlamını çözmeye çalış, yerini bil, kim olduğunu bil. Ortalık yalan dolan, entrika, büyük balık, küçük balık , öfff öfff.
Garip bir yerde, hiç hayal etmediğim bir hayatın içindeyim. Doğduğum toprağımdan uzak, atalarımın yaşadığı yerlerden ırak, arkadaşlarımın olmadığı, sevdiklerimin gün geçtikçe azaldığı ve yalnızlığın çan çaldığı bir geleceğe adım adım ilerliyorum.
Good Bye Lenin, bana nereden geldiğimi ve bir zamanlar kim olduğumu hatırlattı, hem eğlendirdi hem hüzünlendirdi. İnsanların seçemediği bir coğrafyada, saçma politik uygulamalara ve dayatmalara, inançla bağlanarak geleceği inşa ederken  ellerinin altındaki hayatın nasıl da çabucak uçup gittiğini anlayamadan garip bir ütopyada var olma çabası vermişler yıllarca. Sonuş parçalanmış aileler, suni zenginlikler, geçmiş özlemi, birlik ve beraberlikten çok yalnızlık.
Good Bye Lenin, Doğu blok ülkelerinde yaşamış insanların ortak kültür ve değerlerini anlatmaya çalışmış, ben de tüm bunları yaşamaış biri olarak filmde yeniden yaşadım, yeniden hissettim o yılları, kalbimin derinliklerine parmak bastı , beni gerçekten duygulandırdı bu film. Ben bu rejimde çocukluğumu, ilk puberta dönemimi geçirdim, ben bu marşirovkaları yaptım, manifestatzialara katıldım, ben pioner oldum, çavdarçe oldum, otriaden predtzedateldim, bir de drujinen suvette yer aldım J Nasıl da trajikomik, o rejimle birlikte yok olan innçlar, inanışlar, kelimeler, yok olan düzen, yok olan yaşamlar ve idealize edilmiş o gelecek yıkılmış olup yerine bambaşka bir düzen ve rejimde varız bugün. Üzücü herşey, idealler uğruna yitirilmiş nice yaşamlar var geride. Beni ben yapan kırıntıların ekildiği uzak bir geçmişi hatırlatırken, hüzün ve hatıralar, kalbimi sarmaladı, içimdeki çocuğu uyandırdı..
Güzeldi..


2 Aralık 2013 Pazartesi

To The Wonder

To The Wonder

Yalnızlık dolu bir film To The Wonder. Marina’nın yalnızlığı, Neil’in yalnızlığı, rahibin yalnızlığı, Jane’in yalnızlığı. Travma dolu hayatlar. Kalbi yaralı kadınlar, acı çeken hayatlar, kurtarılmak isteyen ve bekleyen insanlar, çok para uğuruna zehirlenen bölge insanlarının kaygıları ve onların gitgide bozulan sağlıkları. Doğaya yapılan kimyasal müdahalenin hastalık ve sakatlık saçması üzerine az söz ve çok görsellik içeren bir film bu.

Film bir aşk filmi olarak başlıyor ama devamında tamamen insanın bireyselliği, yalnızlığı ve bencilliği üzerinde odaklanıyor. Paris’te 10 yaşındaki  kızı ile yaşamakta olan yalnız anne Marina, eşi tarafından başka bir hemcinsi için terkedilmiştir. Amerikalı Neil’e rastlaması onu hayata bağlar, mutlu ve neşeli yapar, kadın olmayı çoktandır unutmuş olan Marina nihayet hasretini çektiği erkeğin sıcaklığını, sahiplenilmeyi, hayalini kurduğu aşkı bulmuştur, kadın Neil’de kendi hayatındaki sürekli aşk garantisini görür ve ona kapılır, çok düşünmeden dalar aşka. 

Marina çocuğunu da alıp Amerika’ya, Neil’in yanına taşınır. Farklı bir dünyada, geniş ve boş alanlarda aslında istediği aşkın ona yetmemeye başladığını görürüz, Neil işine ve kendine odaklı yaşamaya devam eder, gittikçe daha az konuşur, araları soğur ve eski şehvetin yerini tatminsiz bir özbenlik savaşı alır. Paylaşımın az olduğu bu ilişkide sadece tensel temasların bir yerden sonra yetmediğini, adamın sadece bir kadına , kadının sadece bir adama sahip olmasının daimi mutluluk için yererli olmadığını görürüz. Bunlara bir de ortak dil, din ve kültür eksikliği ve farkı de eklenince Neil ile Marina'nın arasındaki boşluk daha da büyür.


Marina geçmişte darbe almıştır, güvensizdir, fazla dugusaldır. Aslında bakarsan aşk uğuruna, sevmek ve sevilmek uğuruna fedakarlık yapan odur, ülkesini değiştiren,  alıştığı yaşamı terkeden o’dur. Havuzda yüzerken adamın başka bir kadına bakışlarının kayması dahi onun yaralarını deşer, ilişki zaman içinde kaygılar, kavgalarla ve kalp kırıklıklarıyla dolup taşmaya başlar. Amerika’ya apar topar sürüklenen kızı Tatiana’nın ise zaten başından ber, seçme şansı olmamıştır. O annesinin mutlu olmasını, evlenmesini ister. Arkadaşlarından ve alıştığı çevreden koparılarak yeni bir ülke ve hayata alışmada zorluk çeken bu çocuk, burada bir türlü arkadaş edinemez ve bu duygusal karmaşa içinde bir de annesinin ve sevgilisinin kavgaları eklenince hırçınlaşır ve gitgide mutsuz ve yalnız kalır.
Marina’nın vizesi dolar, kızını alıp Fransa’ya dönmekten başka çaresi yoktur. Dönmek istemez aslında adamın ona kal demesini ister ama Neil, Marina’yı yanında tutmak için hiçbir çaba göstermez, onu havalimanına kadar dahi uğurlamaz.
Amerika'da aynı kasabada yaşayan rahip Quintana insanların içindeki yalnızlığı Tanrı’ya sarılarak, ona inanarak ve güvenerek, onu severek kendilerini daha iyi hissetmeleri için vaazler verir, yol gösterir, yalnız, yaşlı, sakat, yarlı, hiçkimsesiz insanlara Tanrı aşkından bahseder ve yardım etmek ister. Hayatı ve kendini sürekli sorgular. 


Marina Paris’e döner, Neil memleketinde kalır. Bir süre sonra Neil başka bir kadınla Jane’le tanışır. Onun da bir travması vardır, çocuğunu kaybetmiştir. Kadın Neil’de kendi kutrarıcısını görür, aşk ister, sahiplenilmek, sevilmek ve evlenmek ister. Adam kadınla yakınlaşır , birlikte olur ama evlenmez.  Adam soğuk ve mesafeli yapısını bu kadında da korur. 


Paris’te Marina iyice umutsuzluğa kapılır bir türlü iş bulamaz, kızı babasının yanına gitmiştir. Neil’in yanına Amerika’ya döneceğini söyler. Marina Amerika’ya geldiğinde Neil Jane’i bırakır ve Marina ile olur ama herşey kırık ve paramparçadır, sevmek sevilmek bir türlü yetmez olmuştur, bencilce yapılan kavgalar daha da şiddetlenir, aralarındaki uçurum daha da büyür. Kadın daha da yalnızlaşır, adam daha bencil ve daha da uzaklaşır kadından. Kadının çocuk sahibi olamaması da ayrı bir sıkıntı.


Eşyalarını hazırlayıp gitmek ister ama bir türlü bırakamaz Neil’i, kavgalardan sıkılmış ve bunalmıştır. Kafası allak bullaktır, Marina onunla ilgilenen bir tiple motel odasında  birlikte olur.  Böylece sadece Neil’i değil aslında kendini de cezalandırdığını anlar. İhanetini itiraf eder ve araları iyice açılır, kapanmaz bir uçurum oluşur, sonsuz bir boşluk ve derin bir yalnızlık içinde yaşamları bir süre daha devam eder ta ki birlikteliklerini noktalayana kadar. 


Başkalarının hayatlarına çözüm getirmesi umulan erkek karakterlerin ( Neil ve Peder Quintana) aslında kendi hayatlarını bir türlü düzene sokamadıklarını görüyoruz. Filmde kullanılan farklı dillerin de işlenen temanın evrenselliğini çok açık ve net bir şekilde vurgulamaktadır.


Kadin erkek arasındaki ilişkileri ve sorunları, insanın katlettiği doğa ve bunun ağır sonuçları, sevgi-sevgisizlik gibi birçok tema görselliği bol sahnelerle ve çok az diyalogla süslenmiş bir film bu.
Bize hazır bir sonuç vermeyip, izleyene göre değişen bir final kotarıyor yönetmen.
Ben Affleck ne kadar soğuk ve sanatsallıktan uzak bir oyuncuysa, Javier Bardem de bir o kadar yetenekli ve rolünün hakkını vermiş. Peder Quintana’nın içindeki umut, mutsuzluk, güç ve kaygı, sonuçsuz kalan yardım etme isteği, insanların tüm dertlerini kucaklamayı istemesine rağmen gücünün yetmediği anları olur. Evine kapandığı ve dışarıdaki yardıma muhtaç kapısını çalan kadına kapıyı açmaması da ilginç sahnelerden biriydi kanımca.
Neil, donuk ve sıkıcı, herşeyi hazıra bakleyen bir adam rolünde, kadınları mutlu etmek yerine onların mutsuzluklarına katlanamayıp baştaki gelgit sahnesindeki gibi kendini o dugusal gelgitlere kaptıran bencil biri ve kadın dünyasının duygusallıklarına katlanamayan kaçan kolayı seçen bir adam.
Marina, kıskanç, duygusal, güvensiz ve sevilmenin dozunu ayarlayamamış biri.
Jane, travmatik bir ölüm yaşamış, ve onun için acılarını taşıyacak birini aramakta ama o acıyı arkasına bırakmak ve hayatına devam etmeyi istememekte. Sırf bu yüzden yalnız kalır.
Travmalar ve insan hayatının acılarla ve yalnızlıkla dolu senfonik bir görsel yapıt To The Wonder. Kendi hayatlarımıza bir ayna görevini üstlenmiş.İnsan olan her yerde problem vardır.
Açık olmayan, net anlaşılmayan bir sonla film bitiyor. İçimizde burun bir tat, kadının sevilme  ihtiyacının sonsuzluğu ve erkeğin duyarsızlığı ile film sona eriyor.