Uzun zamandır kendim için hiçbir şey yapmadım.
Sevdiğim gideli 3 hafta olmuştu ve derin bir depresyonda yüzüyordum ki, güneş
gibi parlayan bir ben içimden bir anda çıkıp bana “hayat böyle de güzel”,
“vucuden uzakta olsa da adamın yine de tad alabilirsin hayattan” diyordu. Bu
kadar süre sonra da “Kendine zaman
ayır” ve “kendin için birşeyler yap” diyen iç sesime kulak vermemek de elde
değil artık. Sonunda çıtır çerez bir film seyretmeye niyetlendim: filmde aşk
olsun, manzarası ruhumu okşasın istedim. Derken karşıma “Under the Tuscan Sun”
i tavsiye eden arkadaşımı dinledim ve kendimi filmin sularına bıraktım.
Büyük bir şehirde, yaşayan prestijli bir kitap
eleştirmeni ve yazar Frances bir anda kocasının sadakatsizliğini oğrenip
boşanıyor. Kurduğu evini bile elinde
tutamayan Frances, acı içinde depresyonu atlatmaya çalışıyor. Tek başına
yaşayacağı kısa süreli ama uzun vadede de kalabileceği gürültülü bir apartmana
taşınıyor, o koskoca geçmişinden de yanına sadece 3 kutu kitap alıyor yanına.
En yakın arkadaşı ve destekçisi bir lezbiyen. Kendisi ona bir İtalya seyahati
hediye ediyor ki bu depresyonu atlatabilsin. Frances bu seyahatinde İtalya’da
Toscana bölgesinden eski bir ev alıyor. Hikaye tam da burada başlıyor. Kendisini tanıma fırsatı buluyor, hayattan beklentilerini
gözden geçiriyor ve aslında değerlerin nasıl da değiştiğini, süreç içinde nasıl
da yok olabildiğini görüyor Frances, onunla birlikte seyircinin de farkındalığı
uyanıyor.
Film garip bir şekilde kaderimizle ve
etrafımızdakilerle, ne olursa olsun barışık olmamız gerektiğini anlatıyor, bu
bir kabulleniş. Ama bu kabullenişe doğru giden yolda çabalamak gerektiğini
anlatıyor aslında.
Filmin ana teması Frances’in satın aldığı harabe
villa, bu onun yenilenmesinin etrafında gelişen olaylar.
Harabe aslında Frances’in kalbi ve ruhu. Evin
içindeki her yenilik, her değişiklik aslında Frances’in kalbindeki harabeyi
de yeniliyor ve eskisinden daha güçlü
kadın yaratıyor. Yalnız olan bu terkedilmiş ev aslında yıllardır hiç gerçek
anlamda sevilmemiş ve yalnız olan Frances’in kalbinden başkası değildir.
Frances’in tam da ihtiyacı olan o soğuk ve burnu havada enteller değildir
aslında, o büyük şehir insanlarının soğukluğu da değildir.
O bir aile istiyor,
kendisini olduğu gibi sevecek insanların olduğu bir yerde ve mekanda
kabullenilmek ve var olmak istiyor.
Frances, Italya’da satın aldığı evde, aşkı,
mutluluğu, aileyi, kabullenilmeyi, çalışmanın ve emek vermenin önemi gibi
değerlere yeniden kavuşuyor. Kadınlığını yeniden keşfediyor. Beklentisiz ve yarınsız bir yaşamın içinde her günden
tad alarak, etrafındakileri olduğu gibi kabul ederek yaşamına, kendine,
sevdiklerine varlığıyla değer katmayı öğreniyor. Kendisine bu değişimde doğa da
eşlik ediyor sonbahar, kış, ilkbahar, yaz. Tüm mevsimler film boyu Frances’e
eşlik ediyor.
Değişim çanları banim için de mi çalıyor:
değerler, makanlar, insanar ve herşeyden önemlisi ben de mi değişiyorum. Neler
istiyorum, neler başaracağım. Nasıl hayatın üstesinden geleceğim. Bugün, kalbim
daha büyük olsun ve herkesi kucaklasın
istiyorum. Kendime zaman ayırmak ve bundan keyif almak istiyorum. An’ın
büyüsünde yaşamak güzel bir deneyim. Keşke daha sık yapabilseydim.
Ha bu arada mutluluk bizim içimizde ve güne, saate, yere, etrafıımızdaki
kişilere bağlı olmayan bir değer.