16 Aralık 2013 Pazartesi

Good Bye Lenin

Good Bye Lenin,



Filmi nasıl da  sevdim. Onun bir yerinde benden de birşeyler var, yaşadığım hissettiğim şeyler, çok tanıdık, bana çok yakın. Benim geçmişimden tanıdık izler taşıyor. Çavdarçe, piyoner, komsomoletzJ.Nasıl da naif, nasıl da temizdik bir zamanlar.
İnsanların yaşadığı uzak bir geçmiş şimdi sosyalizm, okunmuş bir kitap, arasıra hatırladığın bir şarkı gibi. Çocukluğum, o masum, o düş ülkesi, o mükemmel dünya yok artık. Çocukluğumla birlikte uçup gitti hayaller ve mutluluk. Dünya bambaşka bugün, başka türlü yaşıyor ve yaşatılıyor.Nasıl bir dünyaydı o: güneşli, parlak, dertsiz, tasasız, güven içinde...
Bahçedeki domatesten ya da komşunun bahçesindeki kirazlar yok oldu, toprağın mis kokusu, oynayan çocukların neşeli çığlıkları dinidi, güneş parlaklığını yitirdi, renkler soldu ve gelecek gri tonlarında gezinip duruyor şimdi. Heryer korna, heryer ekzoz dumanı şimdi. Çamur kir, ter kokusu...Çocukluğumdaki dostlarım da dünyanın bir taraflarına dağıdı gitti. Bilmediğim bir diyarda ben de varım demenin yollarını yıllardır aşıyorum. Yeni okul, yeni alışkanlıklar, paralı kavramının öğrenilmesi, kendini ifade etme gücünü yitirip yeniden oluşturmak, dalga geçmek, dışlanmak, kendini dışlamak, korkmak, güvensizlik, kadın olmak, farklı olmak, garibanlık, çalışmak....Sonuç bugünkü ben. İş güç, ekmek parası bugünü yaşamadan hep yarın için çalışıp didinmekte olmak. İnsan mutlu Sisyphos olmayı başarmalı, olmazsa düşüne düşüne hayatın anlamını çözmeye çalış, yerini bil, kim olduğunu bil. Ortalık yalan dolan, entrika, büyük balık, küçük balık , öfff öfff.
Garip bir yerde, hiç hayal etmediğim bir hayatın içindeyim. Doğduğum toprağımdan uzak, atalarımın yaşadığı yerlerden ırak, arkadaşlarımın olmadığı, sevdiklerimin gün geçtikçe azaldığı ve yalnızlığın çan çaldığı bir geleceğe adım adım ilerliyorum.
Good Bye Lenin, bana nereden geldiğimi ve bir zamanlar kim olduğumu hatırlattı, hem eğlendirdi hem hüzünlendirdi. İnsanların seçemediği bir coğrafyada, saçma politik uygulamalara ve dayatmalara, inançla bağlanarak geleceği inşa ederken  ellerinin altındaki hayatın nasıl da çabucak uçup gittiğini anlayamadan garip bir ütopyada var olma çabası vermişler yıllarca. Sonuş parçalanmış aileler, suni zenginlikler, geçmiş özlemi, birlik ve beraberlikten çok yalnızlık.
Good Bye Lenin, Doğu blok ülkelerinde yaşamış insanların ortak kültür ve değerlerini anlatmaya çalışmış, ben de tüm bunları yaşamaış biri olarak filmde yeniden yaşadım, yeniden hissettim o yılları, kalbimin derinliklerine parmak bastı , beni gerçekten duygulandırdı bu film. Ben bu rejimde çocukluğumu, ilk puberta dönemimi geçirdim, ben bu marşirovkaları yaptım, manifestatzialara katıldım, ben pioner oldum, çavdarçe oldum, otriaden predtzedateldim, bir de drujinen suvette yer aldım J Nasıl da trajikomik, o rejimle birlikte yok olan innçlar, inanışlar, kelimeler, yok olan düzen, yok olan yaşamlar ve idealize edilmiş o gelecek yıkılmış olup yerine bambaşka bir düzen ve rejimde varız bugün. Üzücü herşey, idealler uğruna yitirilmiş nice yaşamlar var geride. Beni ben yapan kırıntıların ekildiği uzak bir geçmişi hatırlatırken, hüzün ve hatıralar, kalbimi sarmaladı, içimdeki çocuğu uyandırdı..
Güzeldi..


2 Aralık 2013 Pazartesi

To The Wonder

To The Wonder

Yalnızlık dolu bir film To The Wonder. Marina’nın yalnızlığı, Neil’in yalnızlığı, rahibin yalnızlığı, Jane’in yalnızlığı. Travma dolu hayatlar. Kalbi yaralı kadınlar, acı çeken hayatlar, kurtarılmak isteyen ve bekleyen insanlar, çok para uğuruna zehirlenen bölge insanlarının kaygıları ve onların gitgide bozulan sağlıkları. Doğaya yapılan kimyasal müdahalenin hastalık ve sakatlık saçması üzerine az söz ve çok görsellik içeren bir film bu.

Film bir aşk filmi olarak başlıyor ama devamında tamamen insanın bireyselliği, yalnızlığı ve bencilliği üzerinde odaklanıyor. Paris’te 10 yaşındaki  kızı ile yaşamakta olan yalnız anne Marina, eşi tarafından başka bir hemcinsi için terkedilmiştir. Amerikalı Neil’e rastlaması onu hayata bağlar, mutlu ve neşeli yapar, kadın olmayı çoktandır unutmuş olan Marina nihayet hasretini çektiği erkeğin sıcaklığını, sahiplenilmeyi, hayalini kurduğu aşkı bulmuştur, kadın Neil’de kendi hayatındaki sürekli aşk garantisini görür ve ona kapılır, çok düşünmeden dalar aşka. 

Marina çocuğunu da alıp Amerika’ya, Neil’in yanına taşınır. Farklı bir dünyada, geniş ve boş alanlarda aslında istediği aşkın ona yetmemeye başladığını görürüz, Neil işine ve kendine odaklı yaşamaya devam eder, gittikçe daha az konuşur, araları soğur ve eski şehvetin yerini tatminsiz bir özbenlik savaşı alır. Paylaşımın az olduğu bu ilişkide sadece tensel temasların bir yerden sonra yetmediğini, adamın sadece bir kadına , kadının sadece bir adama sahip olmasının daimi mutluluk için yererli olmadığını görürüz. Bunlara bir de ortak dil, din ve kültür eksikliği ve farkı de eklenince Neil ile Marina'nın arasındaki boşluk daha da büyür.


Marina geçmişte darbe almıştır, güvensizdir, fazla dugusaldır. Aslında bakarsan aşk uğuruna, sevmek ve sevilmek uğuruna fedakarlık yapan odur, ülkesini değiştiren,  alıştığı yaşamı terkeden o’dur. Havuzda yüzerken adamın başka bir kadına bakışlarının kayması dahi onun yaralarını deşer, ilişki zaman içinde kaygılar, kavgalarla ve kalp kırıklıklarıyla dolup taşmaya başlar. Amerika’ya apar topar sürüklenen kızı Tatiana’nın ise zaten başından ber, seçme şansı olmamıştır. O annesinin mutlu olmasını, evlenmesini ister. Arkadaşlarından ve alıştığı çevreden koparılarak yeni bir ülke ve hayata alışmada zorluk çeken bu çocuk, burada bir türlü arkadaş edinemez ve bu duygusal karmaşa içinde bir de annesinin ve sevgilisinin kavgaları eklenince hırçınlaşır ve gitgide mutsuz ve yalnız kalır.
Marina’nın vizesi dolar, kızını alıp Fransa’ya dönmekten başka çaresi yoktur. Dönmek istemez aslında adamın ona kal demesini ister ama Neil, Marina’yı yanında tutmak için hiçbir çaba göstermez, onu havalimanına kadar dahi uğurlamaz.
Amerika'da aynı kasabada yaşayan rahip Quintana insanların içindeki yalnızlığı Tanrı’ya sarılarak, ona inanarak ve güvenerek, onu severek kendilerini daha iyi hissetmeleri için vaazler verir, yol gösterir, yalnız, yaşlı, sakat, yarlı, hiçkimsesiz insanlara Tanrı aşkından bahseder ve yardım etmek ister. Hayatı ve kendini sürekli sorgular. 


Marina Paris’e döner, Neil memleketinde kalır. Bir süre sonra Neil başka bir kadınla Jane’le tanışır. Onun da bir travması vardır, çocuğunu kaybetmiştir. Kadın Neil’de kendi kutrarıcısını görür, aşk ister, sahiplenilmek, sevilmek ve evlenmek ister. Adam kadınla yakınlaşır , birlikte olur ama evlenmez.  Adam soğuk ve mesafeli yapısını bu kadında da korur. 


Paris’te Marina iyice umutsuzluğa kapılır bir türlü iş bulamaz, kızı babasının yanına gitmiştir. Neil’in yanına Amerika’ya döneceğini söyler. Marina Amerika’ya geldiğinde Neil Jane’i bırakır ve Marina ile olur ama herşey kırık ve paramparçadır, sevmek sevilmek bir türlü yetmez olmuştur, bencilce yapılan kavgalar daha da şiddetlenir, aralarındaki uçurum daha da büyür. Kadın daha da yalnızlaşır, adam daha bencil ve daha da uzaklaşır kadından. Kadının çocuk sahibi olamaması da ayrı bir sıkıntı.


Eşyalarını hazırlayıp gitmek ister ama bir türlü bırakamaz Neil’i, kavgalardan sıkılmış ve bunalmıştır. Kafası allak bullaktır, Marina onunla ilgilenen bir tiple motel odasında  birlikte olur.  Böylece sadece Neil’i değil aslında kendini de cezalandırdığını anlar. İhanetini itiraf eder ve araları iyice açılır, kapanmaz bir uçurum oluşur, sonsuz bir boşluk ve derin bir yalnızlık içinde yaşamları bir süre daha devam eder ta ki birlikteliklerini noktalayana kadar. 


Başkalarının hayatlarına çözüm getirmesi umulan erkek karakterlerin ( Neil ve Peder Quintana) aslında kendi hayatlarını bir türlü düzene sokamadıklarını görüyoruz. Filmde kullanılan farklı dillerin de işlenen temanın evrenselliğini çok açık ve net bir şekilde vurgulamaktadır.


Kadin erkek arasındaki ilişkileri ve sorunları, insanın katlettiği doğa ve bunun ağır sonuçları, sevgi-sevgisizlik gibi birçok tema görselliği bol sahnelerle ve çok az diyalogla süslenmiş bir film bu.
Bize hazır bir sonuç vermeyip, izleyene göre değişen bir final kotarıyor yönetmen.
Ben Affleck ne kadar soğuk ve sanatsallıktan uzak bir oyuncuysa, Javier Bardem de bir o kadar yetenekli ve rolünün hakkını vermiş. Peder Quintana’nın içindeki umut, mutsuzluk, güç ve kaygı, sonuçsuz kalan yardım etme isteği, insanların tüm dertlerini kucaklamayı istemesine rağmen gücünün yetmediği anları olur. Evine kapandığı ve dışarıdaki yardıma muhtaç kapısını çalan kadına kapıyı açmaması da ilginç sahnelerden biriydi kanımca.
Neil, donuk ve sıkıcı, herşeyi hazıra bakleyen bir adam rolünde, kadınları mutlu etmek yerine onların mutsuzluklarına katlanamayıp baştaki gelgit sahnesindeki gibi kendini o dugusal gelgitlere kaptıran bencil biri ve kadın dünyasının duygusallıklarına katlanamayan kaçan kolayı seçen bir adam.
Marina, kıskanç, duygusal, güvensiz ve sevilmenin dozunu ayarlayamamış biri.
Jane, travmatik bir ölüm yaşamış, ve onun için acılarını taşıyacak birini aramakta ama o acıyı arkasına bırakmak ve hayatına devam etmeyi istememekte. Sırf bu yüzden yalnız kalır.
Travmalar ve insan hayatının acılarla ve yalnızlıkla dolu senfonik bir görsel yapıt To The Wonder. Kendi hayatlarımıza bir ayna görevini üstlenmiş.İnsan olan her yerde problem vardır.
Açık olmayan, net anlaşılmayan bir sonla film bitiyor. İçimizde burun bir tat, kadının sevilme  ihtiyacının sonsuzluğu ve erkeğin duyarsızlığı ile film sona eriyor.

25 Kasım 2013 Pazartesi

2007 Arşivimden

BABİL

Bir film seyrettim ve hayatım biraz daha anlam kazandı.
Duygular evrenseldir, nerede yaşadığın ve kim olduğun önemli değil.
(Ne mekanın bir önemi var, ne de kişinin kim olduğunun hele nasıl bir mal varlığına sahip olduğunun hiçbir önemi yok.)

Bir silah patlaması ile kesişen yazgılar.
Japonya’da sağır ve dilsiz bir kızın ve onun babasının, Fas’ta fakir bir ailenin, Meksiaklı bir bakıcının ve  Amerikalı bir karı kocanın hayatları.

Geçim derdindeki Fas’lı bir fakir, sahip olduğu değerli tüfeği ki onun anısı avda rehberlik ettği bir Japon’un hediyesi olan “ av tüfeğini” Fas’lı bir başka adama  500 dharma ve 1 keçi karşılında satıyor. Satıyor çünkü hayatta kalması gerekiyor, yemeden içmeden de bu pek mümkün değil.
Silahı satın alan diğer Fas’lı aile bu keçilerin postlarını satan bu adamın14-15 yaşlarında 2 oğlu da görür görmez o av tüfeği ile o denli ilgileniyorlar ki nasıl tutulması gerektiğini bile bilmeden ateş etmeye başlıyorlar. Bu tehlikeli oyuncağın cehaletle birleşerek olabilecek tehlikenin sinyalleri de yavaş yavaş tırmanan gerilimli melodi ile doruğa ulaşıyor. Çok az bir süre sonra 2 kardeş kim daha iyi ateş ediyor iddasıyla yoldan gelen bir turist otbüsüne ateş ediyorlar ve ne yazık ki kurşun amerikalı kadın Sarah’nın omuzuna saplanıyor.
Karı koca arasında esen soğuk rüzgarların geçmesi için çıkılan bu barış yolcuşuğu, bu yeniden başbaşa kalma ve aşkı tazeleme yolculuğu bu olayla bir kabusa dönüşüyor.
Karısının vurulması ile artan gerilim 2 amerikalı çocuğun Meksikalı bir bakıcıya emanet edildiği yere bağlanıyor. Çok mutlu olan bu 2 minik çocuğun kardeşlerinin ani bebek ölümü sendromu ile kaybettikleri bir kardeşleri de olduğu ortaya çıkıyor. Bu 2 çocuğun annesi ve babası bu vurulan kadın ve yanındaki eşinin olduğu da anlaşılıyor. Herşey bu trajik serseri kurşunla birbirine bağlanıyor. Fas’ın köhne bir köyünde her çeşit medeniyetten uzak yaşayışlarına devam eden insanlar kadar, lüks içinde her çeşit varlığa sahip büyük şehir insanının yalnızlığında kaybolmuş bir japon genç kızın öyküzüne bağlanıyor film.
Sevmenin bu kadar yozlaşmış olması ve bir yudum sevgiye aç kalmış bir genç kızın annesi intihar etmiş, babası da çok çalışmaktan pek de kızına arkadaşlık edip ona can dostluğu yapma konusunda pek eksik kaldığını ve aralarında bir diyaloğun olmaması ve genç kızın bu diyaloğu çıkmaza sokması ile devam ediyor film.
Meksikalı bakıcının oğlu evleniyor ama ne yazık ki Amerikalı aile ki karısı talihsiz bir kaza sonucu vurulmuştur zamanında eve gelemiyorlar.
Kadın oğlunun düğününe gitmek zorunda ve çocuklarla ilgilenecek kimseyi bulamayınca onları elini kolunu sallaya sallaya Meksika’ya götürüyor. Düğün boyunca yapılan alemin ardından zil zurna sarhoş yeğeni, bakıcıyı ve çocukları eve götürmak için yola çıkıyorlar fakat sınırda çıkan problemlerden dolayı, içkili genç arabayı Amerikaya kaçak sokup Teyzesini ve 2 çocuğu neredeyse çöl bir bölgede bırakıyor, aç susuz uykusuz perişan kalıyorlar, kadın bakıcı o koskoca arazide çocukları bırakıp yardım arıyor fakat o kadar geniş arazide geri dönüp çocukları bulması da o uzaklaştıkça imkansızlaşıyor.
Filmin sonunda kadın sınır dışı ediliyor, çocukların şans eseri bulunduğunu öğreniyoruz,
Fas’taki babalarının bakıcıdan davacı olmayacağı öğreniliyor ama amerikan hükümeti kadını kesinlikle suçlu buluyor.
Esas trajedi Fas’ta devam ediyor : bilinçsizce bir oyuncak gibi kullanılan bir av tüfeğinin açtığı bu dram öylesine üzücü : polislerin faili meçhul’leri aramaya koyulması ile 2 oğlundan küçüğünün kadını vurduğunun itiraf etmesiyle çareyi kaçmakta buluyor ve düşüyorlar baba , oğul ve küçük kardeş yollara, yolda polislere yakalanıyor ama polisler ateş edince bunlar panikleyip ne yapacaklarını şaşırıyorlar teslim olmayı akıl edinemeyip bu olaya isyan eden küçük kardeş silahı alıp karşı ateş açıyor ve polislerden birini vurunca esas olay alevleniyor. Olayda büyük kardeş vuruluyor ve ölüyor, küçük kardeş Amerikalı kadını vurduğunu itiraf  etiyor ama kardeşinin kurtarılması için ağlayarak yalvarıyor.
Acı duyuyorsunuz cehaletin bir insan hayatını ne kadar kolay harcayabileceğini görüyorsunuz. Var olan tek şey kişinin ayakta kalma savaşı aslında, ta ki sevdiği birinin ya da kendisinin bu olaydan zarar görene kadar.
Yaralanan kadının perişan kocası ne yapacağını bilmiyor ama elinden geldiğince karısına destek olup yanında kalıyor, onun için çocuklar için kaygılanıyor, kadını seviyor hatta onsuz bir yaşamın olamayacağını biliyor . Karısı güçlü bir  kadın, aralarında iletişim sorunu olsa da buzlar çözülecek gibi görünüyor.
Otobüste yolculuk yapan geri kalan turist kafilesi o kadar can derdine düşüyor ki otobüsü alıp kaçıyorlar, Fas’ın doktoru bile olmayan küçücük köyünde mahsur kalan karı koca ambulans için beklerken kanamanın durmaması sonucu kadının hayatını kaybetmemesi için bir veterinere dikiş attırmak zorunda kalıyorlar. Pis, medeniyetten iz olmayan bu köyde geriye sadece yaşayan  insanlık  kalıyor, yardımseverlik, ve asıl olanın bu olduğunu görüyoruz. Otobüs şöförü olayın başından beri perişan kocanın yanından ayrılmayarak tüm manevi ve maddi desteğini onlara veriyor.
Sonunda gönderilen ambulans ile kadın Fas’ın başkentinde ameliyat oluyor, oradan taburcu oluyor ve evlerine dönüyorlar.


Hangisi daha kötü : cehalet mi, sevgisizlik mi, terkedilmişlik duygusu mu, savunmasızlık mı, yalnızlık mı, sağır ve dilsiz olmak mı, sorumluluklardan kaçmak mı, konuşmayıp olayları kabullenmek mi, bencillik mi, çocuğunu kaybetmek mi, çocuklarını çok da derin düşünmeden bir bakıcıya emanet etmek mi...
Sorular arttıkça artıyor, her soruya da verilecek yanıtlar çeşitlendikçe çeşitleniyor...İşin en garip tarafı iyisiyle kötüsüyle acı aynı acı, yer mekan zaman uzam önemli değil, hissettiğn o dipsiz uçsuz bucaksız yalnızlık hissi kaplıyor içini.
Ve şükrediyorsun: sahip olduğun ve yaşadığın her güzel an için, sevdiklerinle geçirdiğin her güzel şey, için, sevip da sevildiğin için, severek çocuk yaptığın için, severek ve isteyerek yaşadığın için ve hayatın tüm acılarına karşı koyarak hala aykta dimdik olduğun için.
Sevgi herşeyin özünde ve temelinde.
Cehalet her kötülüğün tohumunu barındırıyor.
İletişim karanlıkta kalan birçok şeyi açığa kavuşturuyor.
Büyükşehirler insanı giderek yalnızlığa sürüklüyor.
Çok paranın, sahip olduğun maddi şeylerin aslında hiçbir öneminin olmadığını görüyorsun. Sevgi para ile satın alınamayacak kadar değerli.
Çocukların yalnız kamaması gerektiğini öğreniyorsun.
Ve hayatta olmak herşeye rağmen,o her yeni günü sancılarıyla, güzellikleriyle yeniden başlamak, o her gün yeniden başlayan yaşam savaşına hazır başlamak gerek.
                                                                     ***

Tutku Oyunları
Little Children

İnsan neden mutsuzdur ? 
İletişim kuramamakta mıdır nedeni, kendine yakın kimseyi bulamamaktamıdır yoksa?
Hayatın isteklerimizin dışında ve çocukluk hayallerimizden çok farklı olmasımıdır nedeni mutsuzluğun? İnsan olmak nedir? Mutluluk nedir? Zaaflarımıza neden yeniliriz? Elimizdekilerle neden mutlu olamayız?
Bir sürü soru gelir aklına kimilerini kendince yanıtlayabiliyorsun, kimileri de uçsuz bucaksız düşünce tarlasına atıyor seni ve bir türlü doğru cevabı veremzsin kendine.
En zor olanı da bu?
Kahramanımız Sarah sıradan bir ev kadını, bir süre önce taşındığı mahalledeki diğer ev kadınlarıyla bir türlü kaynaşamamakta, onların kesin yargılarına ve önyargılı hayata bakış açılarına dayanamamktadır aslında, içten içe mükemmel anne olmaya çalışan bu kadınlardan çok farklı. Herşeyi saatle ve planlı programlı yapan diğer annnelerin aksine çocuğunun yemeğini bile evde unutabiliyor.
Sarah’nın içinde her kadında olduğu gibi sevilme , iletişim kurma, onu anlayan biriyle olma ihtiyacı var. Ama bunu ne o ev kadını annerde, ne de kendi kocasında bulabiliyor.
Bir gün çocuk bahçesinde Todd ve oglu gelirlerler. Bayanların Todd’u merak etmeleri ona bakarak saçlarını, üst başlarını düzeltmeleri, Sarah’nın dikkatini çeker. Çok da yakışıklı olan Todd Sarah’nın gözünden kaçmaz.  Sarah’nın kızı Lucy diğer çocuklarla pek de iyi kaynaşamadığından tam o anda Todd’un oğlunun sallandığı salınağın yanındaki salıncakta sallanmak isteyince kadınlardan biri Sarah’yı kışkırtır ve telefon numarasını alabilirse ona 5 dolar vereceğini söyler. Bunun üzerine Sarah onu çağıran kızını sallamaya gider ve Todd’la tanışır. Adamla kısa ama gerçekten açık sözlü ve alçak gönüllü bu konuşma onu etkilemiştir.
Bir süre sohbetten sonra çocuklar sıkılır ve Todd gitmeden önce Sarah onu yanına çağırır ve ona iddia’dan bahseder, kadınları kışkırtmak için Todd’un ona sarılmasını ister, bundan da fazla şaşırtmak istediğini söylerken kaderin bir oyunu mudur bilinmez ama Todd Sarah’yı dudaklarından öper. Diğer kadınlar salgın hastalığından kaçar gibi çocuklarını bağrış çağırış içinde toplayıp uzaklaşırlar oradan.
Todd bir ev erkeği, karısını ve çocuğunu seven biri, baro sınavına 2 kez girmesine rağmen verememiş biri annesini genç yaşta kaybetmiş, avukat olmaya çalışan biri. Hayatı sıkıcı, çünkü çok çalışan karısını az görüyor. Erkekliğini de giderek daha az yaşayan bu yakışıklı adam Sarah’yı öptüğünde içi çoşku ile doldu, nicedir böyle hissetmiyordu.Todd çok güzel bir karısı olmasına rağmen onunla bir türlü doğru iletişimi kuramamış biriydi, arzularını dile getirmeyen, sorumsuz, içindeki çocuk ve sorumluluk sahibi olma gerekliliğini anlayamamış biri...
Sarah eşinin bir striptizciye tutulunca ve onun internetteki resimlerinin önünde evde mastrobasyon yaparken Sarah’ya yakalanır. Buna delice öfkelenen Sarah ne yapacağını şaşırıp kendine bir mayo ısmarlar ve Todd’un sürekli gittiği havuza gitmeye başlar. Bu havuz buluşmaları arttıkça günlerden bir gün seller sular gibi yağan yağmurda ıslanırlar ve Sarah’nın evinde sığınırlar, çocukları uyuyınca sarah’nın ona ilgili olduğunu okuduğu bir şiir kitabında kendi resmini tesadüfen bulunca anlar ve onunla günlerce sürecek tutku dolu sevişmelere başlar...
Çocukça olan bu masum oyun iki tarafı da yıpratmaya başalar bir süre sonra : Sarah bağlandıkça bağlanır Todd’a ve hafta sonlarının kabus gibi geçmesine dayanamamaya başlar, Todd’un karısının güzel olmasına dayanamaz. Todd karısının güzelliğinin mühim olmadığını söylese de o onu görmek ister ve görür de...Yıkılır.
Sınav tarihi gelip çatmıştır ama Todd sınava girmez ve Sarah ile bir –iki günlük bir kaçamak yapıp kasaba dışına çıkarlar. Karısı Kathy dönüşte karısı  Lucy’yi annesine anlatan oğlunun mutlu olması ve arkadaşının annesini(Sarah’yı) görmek için davet etmenin iyi olacağını düşünür. Davet eder de ama aralarındaki bağı görünce kndi annesini çağırmaya karar verir.
Todd artık gelen kayın validesiyle her yere gitmek zorunda kalır, havuza, markete, parka...kısacası her yere. Yalnız kaldığı tek gün futbol maçı yaptığı akşamdır ve Sarah onu izlemeye gemiştir. Maçı kazanan gol sayısını attığında ona destek olan ve tezahürat yapan Sarah’yı görünce mutluluktan ne yapacağını şaşırır: tutkunun kör ettiği bu iki kişi sarılır öpüşürler ve Todd , ilişkilerini sesli sorgulayan ve yaşananların gerçek olmadığını söyleyen Sarah’ya kaçmayı önerir.
Fimde hakim olan gerilim havası sonuna kadar devam ediyor.
Esasında mahalleye geri dönene pedofil Ronnie, herkes için korkutucu biri. Adamın gerçekten sapık olduğunu anlıyoruz.  Bir gün havuza gider ve herkes bağıra çağıra havuzdan çocuklarını havuzdan çıkarır.  2 polis memuru adamı alır görür.
Ronnie’nin bir de onu karşılıkşız ve herşeye rağmen seven annesi var. Evlerini sürekli taciz eden eski bir polis memuru Larry var, kendisi birkaç yıl önce bir markette 13 yaşında bir çocuğu vurmuş ve bunun depresiyonundan kurtulamayıp erken emekli edilmiştir. Bu sapık Ronnie’ye öyle çok takmış durumdadır ki onun takıntısı da giderek hastalık halini alır, anlattıklarından karısının çocukları da alarak kendisini terk ettiğini anlarız.
Bir gün yine Ronnie’nin evini taciz ederken annesi kalp krizi geçirir ve aynı akşam hastanede ölür. Bunun acısını dindirmeye çalışan Ronnie kendini hadım eder.
Ana demek kendinden vermek demek, karşılıksız sevmek demek, herşeye rağmen sevmek ve sürekli çocuğunu düşünmektir. Ana olmak demek hayatını çocuklarına sunmaktır. Ronnie’nin annesinin de dediği gibi, her insan bir mucizedir, sevdiğini kaybedebileceğini bilmesine rağmen hayatta kalması gerekir insanın. Doğadaki en zor şey insan olmaktır.
Gelelim bizim 2 tutkulu aşığa: Sarah aynı akşam kızı Lucy’yi alarak, Todd’a randevu verdiği çocuk bahçesine kızıyla gider. Kızı sürekli gitmek istemediğini ve eve dönmek istediğini söyler. Todd evde oğlunu uyandırır ve onu incitmek istemediğini onu sevdiğinin söyler ve evden ayrılır. İlk parka gelen Sarah olur, Todd’u beklerken kızını salıncakta sallar ama gecenin köründe gelen o sapık Ronnie olur, Ronnie gecenin karanlığında hıçkırarak ağlar.
Bir yandan korku sarar Sarah’yı ama Ronnie’nin ağlamasına dayanamayıp yanına gider ve iyi olup olmadığını sorar. Annesinin öldüğünü söyler, onu hiç birşey beklemeden tek seven kişiyi kaybettiğini söyler. O sırada Lucy’nin kaybolduğunu görünce Sarah çılgına döner, bir tokat gibi gelir bu ona tutlu oyunundan uyandığı bir rüya gibi aydınlanır yüreği, kızını sevdiğini fark eder onsuz hayatın anlamsız olduğunu görür ve kızı hayatındaki en önemli şey oluduğunu görür. Ona sıkı sıkı sarılır, ve eve dönmek isteyen kızını alıp evine döner.
Sarah’ya kavuşmaya giden Todd sürekli her akşam izlediği keybordçu çocuklara raslar, kader çarkı burada da kendini gösterir ve çocuklardan biri bunu denemek isteyip istemediğini sorar Todd’a. İçindeki çocuğu hiç büyütemeyne Todd onlara takılır ve kaymayı denerken düşer ve yaralanır. Ambulans gelir, o sırada cebinden düşen karısına yazdığı mektubu verirler ona, ona ihtiyacı olmadığını söyler ve karısına haber verilmesini ister. Bir uyanış sahnesi daha...
Aşk nedir? Aşk tutkulu bir oyun mudur? Geçici bir heves midir, kadın bedenindeki haz mıdır, aldatmanın tadımıdır yoksa aşk kendini bilmemekmidir....
Yaşananlar bir tokat gibi suratınıza patlatıyor film: uyan sıkıcı olan hayatın, çocuğunu mutlu ediyor esasında ve sen ondan sonra gelirsin çünkü annesin, tehlikeli erkek büyümemiş sorumluluk sahibi olamamış erkektir, herşeyi hazıra bekleyen erkektir . Todd neden Sarah ile takıldı : Sarah bedenen ona kendini sunmaya hazırdı, Sarah’nın kocası para kazanıyordu ve dolayısıyla kendisinin de parası verdı, Sarah tam da onun boş olduğu saatlerde boştu ve onu dinliyordu, zavallı karısı kendini ay sonunu getirmeye çalışarak çalışan kadın çocuğunun özlemiyle yanıp tutuşuyor. Tüm gün evden uzak, ve kocasının sınavı en azından bu 3. seferde kazanacağına inanan biri... mutlu bir kadın, kocasına karşı  baskıcı olmayan biri....
Günümüzdeki şartları düşündüğümüzde erkeğin çalışmamasının çok da doğl karşılanmadığı bu devirde evin tüm giderlerini karşılar Kathy ve kocasına güvenen biri, ta ki Sarah ortaya çıkana kadar.
Filmin sonunda pişman emekli polis Larry pedofil Ronnie’yi çocuk bahçesinde kendini hadım etmiş vaziyette bulur ve onu hastaneye yetiştirmeye çaışır. Bu bir uyanıştır,çünkü kimse hatasız değildir ve kimse mükemmel değildir, ve iyi biri olmak için asla geç değildir.
Senin kurgulayacağın bir sona açık bırakılan film , sana mutlu bir son düşündürüyor.
Herkesin bir anda olgunlaştığı ve sorumluluk sahibi olduğu bir son : kadını kocasına ve cocuğuna döndüğü mutlu bir son, belki iletişim kurmanın ve birlikte mutlu olmanın yollarını da bulurlar.Karısına ve çocuğuna dönen bir adam, belki sahip olduklarının kıymetini anlar ve ailesine daha sıkı sarılır, duygularını dile getirir iletişim kurmayı becerir ve sorumluluk sahibi olur umuyoruz. En nefret ettiği kişiye bile yardım eli uzatan içindeki insanı dışarıya çıkaran Larry, ve kimseye zarar vermek istemeyne Ronnie’nin kendindeki kötülüğün kaynağına ulaşıp ondan kurtulması, kendini hadım etmesi...
Sanki eski olan herşey yeni günle birlikte unutulacak ve tıpkı yağan yağmurun toprağı beslemesi gibi yeni ekinlere neden olacak, gece herşeyi silip süpürüp pisliklerden ve günahlardan arındıracak herkesi. Yeni gün günahsız, yeni doğmuş bir bebek kadar masum bizlere biz olma iyi olma doğru olma fırsatı vermesini umuyoruz, öyle olsun istiyoruz...ama kim bilir, kim bilebilir nelere gebedir.
                                                                            ***

KOKU

Koku kitabını okumadım ama film hakkında yorumsuz kalamayacağım: film ilk başta saçma görünüyor, hiçbir değeri olmayan zavallı Jean Baptiste Grenouille adlı kişinin doğa üstü koku alma yeteneği sayesinde insanlara hükmetme isteğinin hırsa dönüşmesi ve bu hırsın onu ele geçirip sonunda istediğine ulaşınca da yok olmasini anlatıyor. Kendisinin yıllar süren kimlik arayışının neticesiz kalması, herkes gibi sürüden biri olması ama o sürüdeki hiç sevilmemeiş , sevilmeyen hiç değer verilmeyen biri olması onu kendini bulabilmek ve var olduğunu ıspatlamayabilmek için daha da hırslı yapar, toplumda sürekli aşağlanıp dövülen itilip kakılan biridir o, kimse ona değer vermediğinden, diğer insanların da değerli olabileceğini düşünmez , bilmez. Bu nedenle de kendini sevmek ve sevdirmek geçici bir süre için de olsa arzulanabilmek için dünyanın en iyi ve etkileyici kokusunu yapmak için tüm zamanını enerjisini ve her anını harcar. Kendi kokusunun olmadığını anladığı anda bu hırs daha da şiddetlenir. Kokunun bedeli 12 masum kadının ölü bedeniyle ödenir. Yaptıklarını açıklamaz, kendince haklıdır Grenouille, o sevmek ve sevilmek ister. Zaten sevmiyor ve sevilmiyorsan yaşamak ölümden farksız.
Yok ederken var olan biri, katil olması onu toplum içinde var ediyor, varlığını hissettiriyor,  insanları birbirine düşürüyor, korku ve paniğe neden oluyor, o bir katil ama hala kimliği belirsiz biri. Dünyaya hükmetme hırsının bittiği yerde de herşeyin yapay olduğunu görür ve uyanır.Koku! Onu var eden şey de yok eden şey de kokudur.

Fimde o dönem insanının sefaleti gerçekten çok iyi tanımlanmış.İnsanların mucizeye inanan saftirikler olduğunu da görüyoruz. Herkes bir gün bir melek gelecek ve bizi bu sefaletten kurtaracak diye inanan zavallılar ordusu var karşımızda. Garip bir şekilde, bize bahşedilmiş bu hayatın içinde kimliğimizle yetinmeyip varolma savaşında kazanmanın da kaybetmenin de bir değerinin olmadığını görüyoruz.
Pislik içinde doğmuş sevilmemiş, okşanmamış hiçbir güzel söz duymamış birinden iyi ve ahlaklı olmasını beklemiyoruz ama en azından toplum kurallarına uyup insan varlığına saygı
göstermesini bekliyoruz. Bu beklenti de boş çıkıyor.Grenouille kendi varlığını o kadar
önemsiyor ki öldürdüğü kadınların kokusunu en iyi şekilde toplayıp muhafaza edip herkesi baştan çıkarmak istiyor. Kadınların bedenlerine olağanüstü bir özen gösteriyor.
Tıpkı bir kadının bir erkeği baştan çıkarması gibi,
Netice önemli değil çünkü hayatın kendisi saçma.

Sanırım kitabı okumak bu durumda da en iyi seçenek gibi görünüyor!





13 Kasım 2013 Çarşamba

Çağ dışı



Hayata nereden bakarsan oradasın. Hangi rengi görüyorsan o renktesin.
Ruh halin nasılsa dünyayı öyle algılıyorsun. Küçük hilelerle süsleyip, içine bolca hayal gücü ekleyerek büyük beklentiler içinde yaşayıp hiçbiri gerçekleşmediğinde de büyük hayal kırıklıkları yaşıyorsun. Peki çözüm ne? Çok basit “sanal dünya”.
Kabullenmek gerek bu dünya o eski siyah beyaz dönemini çoktandır geride bıraktı. Aşkın aşk, sevdanın sevda olduğu zamanlar vardı hani işte bunlar yok artık. Çocukların topakta bahçede oynayarak kirlendiği zamanlar vardı. Artık onlar da kalmadı.
Artık herşey hızlı, herşey değişken, herşey çabucak tüketilen, can sıkan, daraltan bir hal aldı. İlişkiler de boyle, reklamlar gibi kısa, baş döndürücü ama uzun süreye yayıldığında etkisiz . Günümüzde herşey önümüze rengarenk, sorunsuz ve harika olarak sunulmakta. Doğal olarak bu beklenti içindeki kişi de küçük, büyük hiçbir sorunla gerçekte başedemez duruma gelmiş vaziyette çünkü sorunlar hiç ön planda değil ya işlenmiyor ya da gizleniyor. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki sevgilisinin yüzündeki ufacık bir sivilceye bile tahammülü kalmamış hiçkimsenin. Beğenmiyoruz kolay kolay ve hep daha çok istiyoruz, tatminsiz ve doyumsuzca. Ertafımızdaki herşey müthiş görsel ama bir o kadar da yüzeysel.

Dergilerde, reklamlarda, filmlerde kadınlar 90-60-90, ince uzun, dolgun memeli yuvarlak kalçalı:), maşallah teknoloji sayesinde nasıl da herşey mümkün. İstediğin bu be bu gibi birçok kadına sanal alemde sahip olabilirsin. Aslında var olmayanı, varmış gibi gösteren o dünyada neyin gerçek, neyin yanlış olduğunu kim biliyor? Normal hayatta ev, iş, çocuk derken hepsini sırtına  yüklenmiş giden bir kadın düşünelim, herşeyi toz pembe görürken ve en iyi koca bende, en iyi çocuk bende, en güzel kadin benim diye dolaşırken ve etrafında rakibi olabilecek hiçkimse  yok diye sakince düşünerek akşam huzr içinde yatağa giren kadınımız tüm bunların ne kadarından emin olabilir? Ya her gece bilgisayarda saatlerce vakit geçiren bir kocanın orada sanal bir hayatı, ikinci bir karısı, başka bir ailesi, işi, evi  varsa? Mevcut, teknoloji sayesinde istediklerine kolayca sahip olup, istediğini kolayca yapabiliyorsan ve gerçekte olamadığı kişiyi esas orada yaşatıyorsan, aslında kim sensin, buradaki sen ve sanal sen arasındaki çizgi nerede başlayıp nerede bitiyor?

Mutluluk gerçek temasta, mutluluk geçek ailede diyen azınlık grup karşısında milyonlarca kişi sanal dünyada başka birine dönüşmüş ve oradaki kafesine dönmek, o diğer kişi olabilmek için bilgisayar başında şimdi. Zamanı bilgi için değil kendini kolayca şekillendirmek ve farklılaştırmak için akşam saatlerini iple çekiyor farkında mısın? Kimse gerçek hayatın yükünü taşımaktan menun değil, o yükü taşımaya gönüllü hiç değil. İlişkiler kolay tükeniyor, evlilikler kısa sürüyor.Gerçek mutluluklar saatlik olmuş!

Hayat o eski hayat değil, herşeyin tadı değişti domates bile o eski domates kokusunda ve tadında değil, sevgi de temas edilecek birşey olmaktan, elle dokunulur gözle görülür olmaktan çıkıyor sinsice?

Hayat gerçek herşeyi içine almış ve bir kasırgayla altüst etmiş durumda. Değerler altüst, öğrendiğin herşey koskoca bir yalan,düşüncelerinde kaos hakim ve içinde varolmaya çalıştığın bu hayatın neresinde olduğunu öğrenemeden akıp gidiyor yıllar.

Bilgisayar ne yazık ki insanları yakınlaştırandan ziyade uzaklaştıran, çalıştırandan ziyade tembelleştiren bir öğeye dönüşmüş durumda. Kitapların özetine rahatça uaşabiliyorsun, sorulmuş soruların kolayca emeksizce hazır sunulmuş cevabları ezberleyip düşünmeden yaşamayı seçmiş herkes, istediğimiz herşey bir tık uzaklıkta hepimize.

Biz değil, bilgisayar bizi kontrol ediyor, elinin altındaki telefonun kölesi oldun çoktan, hadi çık işin içinden çıkabiliyorsan, neyin gerçek, neyin sahte olduğunu cevaplayabilirsen. Görmediğin birilerine aşık olup, kokusunu duymadığın birilerine sarılmaktan haz alma zamanı gelmiş meğer. Bir süre sonrasını düşünemiyorum, düşünmek istemiyorum. Tek gerçek var: canımız her sıkıldığında sanal dünyamızda eğlenerek sorunları erteleyip büyümelerini sağlıyoruz ve nihayetinde öz gerçeğimizi ve sıkıntılarımızı reddediyoruz. Güzelce, kılıfına uygun bir şekilde gerçeklerden kaçıyoruz ve kendi sanal dünyamızda elle tutulur bir hiçe sahipken aslında koskoca bir hayatı heba ediyoruz.

Oyunlarla, internetle, facebook’la ve türevi binlercesi şeyle hayatımızda tedavisi gittikçe zorlaşan bir bağımlılık yaratan modern uyuşturucu halini almış meğer bilgisayar. Psikologların yeni ve etkili geçim kaynağı da  artık bilgisayar bağımlılığı  tedavilerinden olacağına kesinden de öte bir gözle bakıyorum . "Bilgisayarla mücadele !", " Bilgisayarla dengeli ilişki içinde yaşamı sürdürme yöntemleri!", "Bilgisayar bağımlılığını dengeleyerek onu daha etkin ve etkili kullanma yöntemleri" , "Bilgisayarla ama nereye kadar" vs. şeklinde gümbür gümbür geliyor temalarımız.

Küçük çocukların bile ellerinde yaşlarına uygun olmayan oyunlar var, onların arasında da oyunların hiyerarşi oluşturduğu bir düzen var artık, yenen dışarıda basket atan ya da gol atan değil, oyunun level'ında ilerlemiş olan. Acımasızca kendi dünyalarına bilgisayarı hükümdar haline getirmiş durumda çocuklar, oyun oynamazsa çocuk çoğu arkadaşının geldiği level’a gelmedi ise, oyunla ilgili ilginç bir söyleyeceği yoksa dışlanıyor. Nasıl bir sosyalleşme aracı gelin artık siz karar verin.

Çağ başka bir çağ ve ben çağ dışı kaldım.

30 Ekim 2013 Çarşamba

Biri okumak mı dedi?


Toplumumuz ne yazık ki okumuyor. Bu milyonlarca insan yığını içinde aptal gazete haberlerine, ya da bizi geliştirmeyen spor haberlerine o çok değerli zamanını ayıran binlerce kişi var ama onlar da okumuyor aslında.




Nedendir bilmiyorum ama elinde kitap olan birine hayranlık duymamak için kendimi zor tutuyorum. Elimde değil sempati beslememem bu kişilere, sanki olağanüstü bir beceriye sahiplermiş gibi gözlerim takılır onlara. Nefis bir sesin harika bir şarkıyı yorumaması, bir müzik aletinin virtüözünü dinler gibi bakakalırım öylece, harika figürleriyle muhteşem bir sahne performansı sergileyen bir dansçı gibi görünürler gözüme o anda,  hatta öyle saçma bir boyuta ulaşır ki bazen hissetiklerim, yanlarına gidip sohbet açmak istiyor canım, hele ki okuduğum ve sevdiğim bir kitabı okuyorsa karşımdaki ruh ikizimi bulmaya ramak kalmış gibi kıpır kıpır olur içim.



Geçenlerde bir kafedeyim, herzamanki gibi kitabım çantamda, zaten yanımda olmazsa eksik ve yarıçıplak hissederim kendimi, üzerinde para ve gidecek yere bileti olmayan birinin evden dışarı çıkması gibi rahatsız edici bir his kaplar içimi. Ortalık hıncahınç dolu, etrafta büyük bir uğultu, boş boş konuşmalar, elinde telefonu, tableti ile vakit geçiren bir sürü zamanı boşa harcayan insanla birlikte aynı mekanı paylaşıyorum. Birçoğu sanal alemdeki yüzlerce hatta binlerce arkadaşının nerede ve nasıl vakit geçirdiğine bakmakta ve/veya okumakta, onlar kadar gezen, gören ve onlarınki kadar renkli ve eğlenceli bir hayatları olmadığı için kendilerini mutsuz ve depresif hissederken o değerli dakikaların bir daha asla geri gelmeyeceğinin farkında olmaksızın  hayatın her anını mutsuzlukla sulayıp gömüyorlar.

Yalnızlığa mahküm gibiyim, kitap okumayan insanlarla dolu bu ülkede, bu şehirde yalnızlık sonsuz cezam olacakmış gibi bir his kaplıyor içimi sıkça. Çağ böyle, oyunu çoğunluğun koyduğu kurallara göre oynamazsan arkadaşların olmaz. “Kalabalık yığınlar içinde herkes yalnız” aslında, zamanla keşfettiğim bu evrensel gerçek ne olursa olsun geçerliliğini sonsuza dek koruyacak ne yazık ki.



İnsanlar vardır onlara herşeyin hazır sunulmasını, önlerine en iyi şekilde harmanlanmış halde gelmesini bekerler, zahmetsizce tüketmek isterler kitapları: birileri okuyup onlar için  özetini çıkarsın, ana düşünce ve temaları hazır sunsun diye beklerler. Oysa kitabı değerli kılan özeti olsaydı, yazar kendi yazdığını özetleyerek yayınlar ve kitabın aslını yok ederdi.

Kitap okumak lezzetli bir yemek hazırlamak ve onu iştahla yemek gibidir: zaman alır, yemek yaparken nasıl doğru ısı, doğru malzeme, doğru zamanı bir araya getirmek gerekiyorsa iyi bir kitap da birçok doğruyla aynı anda karşında olmalı böylece geçmişi ve geleceği birbirine bağlar, seni harmanlar, seni sen yapar, çaktırmadan sana öyle bir tat verir ki sen bile kendine şaşırır kalırsın aldığın zevkten. 

Emek verilmemiş hızlı, sevgisiz ve isteksiz yapılmış bir yemek ağızda nasıl bir ayakkabı tabanı tadında boş ve lezzetsiz bir tat bırakıyorsa özensiz okumalar, doğru seçilmemiş kitaplar da içine sızamaz, sana ulaşamazlar, ruhuna dokunamazlar.


Kitap okmak zevk işidir. Seviyorum çünkü bana beni benden iyi anlatıyor. Kendimi yeniden buluyorum, kim olduğumu yeniden keşfediyorum.Ve yeniden var oluyorum.

Her kitabın  “kokusunda davet var” , ben de her kitapçıya girdiğimde o kitap kokusundan mest olurum, o davetin eşsiz ve sınırsız gizeminde kaybolurum saatlerce. Yeni bir kitap kadar hiçbir şey heyecanlandırmaz beni, o yeni kelimelerin büyüsü, o eşsiz hikayelerin gizemi, o sunulmuş eşsiz armağanın tadına, o yaşanmamış yaşamın gizemine doyamıyorum. Hayatın anahtarını hazır sunan değerli bir hediye gibidir kitaplar, eşsiz bir lezzet için eşsiz bir okuma gerektiren. Kendine bir iyilik yap, bugün kitap oku.








26 Eylül 2013 Perşembe

Yalnızlık Dugusu


Hiçkimse çirkinliğini göstermek istemez, herkes en iyi ve en ideal, en güzel ve en pürüzsüz halini sergilemekte ama öyle bir an gelir ki dayanamaz insan ve bir bakmışsın çıkıvermiş su üstüne gerçek yüzün, çünkü yorulmuşsundur artık hep mutlu olmaktan, hep mutluymuş gibi görünmekten, hep başkasına göre kalıp değiştirmekten ve sürekli başkalarının seni görmesini istediğin şekilde görünmekten.
An gelir ve değişim başlar, hissedersin ve herşeye isyan edersin.
Hayata, sevdiklerine, çevrene haykırır durursun, bağrğr tepinirsin. Her davranışın bir isyan, her sözün bir direniş olur, her yaptığın bir şeye tepkidir ve artık sevilmek öncelik olmaktan çoktan çıkmıştır.
Herşeyden önce sen olmak istersin: maskelerden sıyrılıp kendin gibi davranmak, kendin olmak, savaşta aldığın darbelerin iyileşeceğini bildiğin gibi bilirsin teker teker hayatından kaybolan yalancı sevgilerin, sahte dostların, çıkarcı akrabaların yoklugunun zamanla acı vermez olacağını. Ve yokluk acısı en ağır olanlardan olsa da geçicidir bilirsin. Zamanla yalnızlığının efendisi ve kendinin hakimi olursun. Bilirsin, düşe kalka hayatı tek başına göğüslemeyi, öğrenirsin sevilmeden , istenmeden, önemsenmeden yaşamayı. Sevilmemeye katlanırsın çünkü bunca yıldır ektiğin sevgi tohumlarının karşındaki insanlarda yeşermediğini anlayıp artık oraları sulamayı bırakırsın.
Yoğun ve yalın bir yalnızlık içinde büyük şehrin dinmeyen uğultusunda ve o sahte kalabalığında, ağacın dökülen o son sonbahar yaprağı gibi sen de bu duyguyla göçüp gidersin.
Geldiğinde yalnızlığın giderkenki kadar büyük şimdi. Ve hatırlıyorsun. Önüne sunulmuş bu hayatı nasıl da boşuna tüketip geçirdiğini, hayıflanırsın çünkü bilirsin artık herşeyin gelip geçici olduğunu ve tüm acıların bir gün son bulacağını, çükü bilirsin ki hiçbir şey zamana direnemez ve herşey zaman içinde anlam kazanır.
Yalnız başına geldiğin bu alemden de yalnız başına göçüp gidersin öylece...

16 Temmuz 2013 Salı

Deep Blue Sea


Deep Blue Sea

Aşık ve yalnız bir kadını ve onun seçimlerini anlatan bir film Deep Blue Sea.
Hayata neden ve nasıl bağlanır bir kadın? Hayatı yaşanır kılan, onu anlamlı kılan nedir? 

Hester, sosyal mevkisini korumak ve zengin ve prestijli bir mesleğe sahip yaşlı kocayla sürdürdüğü hayata sırtını dönmeyi seçer. Onun yerine, genç aşığını ve hayal ettiği aşkı seçen bu kadın, özünde katlanamadığı ve karşı karşıya kaldığı derin yalnızlığı anlatıyor bu film. Hester onunla ilgilenen, ona kur yapan, ruhunu çalan ve bedenini doyuran bu genç adamla birlikte olmak için eşini ve eski yaşamını terkeder. Onda kendini bulup tamamlayacağını sanır. Başlarda sevgilisiyle sıkça birlikte olur sonrasında da eşini terkederek onun yanına taşınır. Sorun burada başlar, Hester buna rağmen yalnız, terkedilmiş, mutsuz ve yabancı hisseder kendini olduğu yerde, birşeyker eksiktir. Yüreğindeki boşluk büyük, çünkü adam kadının derinliğne inememiş ve yüzeyde sadece eğlencenin olduğu kısımlarda başıboş gezmekte ve eğlenmektedir adam, böyle mutludur. Hester’i elde ettiğinden de kadını ona cazip gelmemeye başlamıştır, hatta hayatını ağırlaştırmıştır. Hester’in ondan beklentileri kadını boğmaya başlamıştır bile. Adam arkadaşlarıyla ayrı vakit geçirir, kadının doğum gününü unutur ve tüm bunların neticesinde kadın intihara teşebbüs eder. Çünkü hayatı, idealleri ve inandığı aşkın ve ondan beklediği ve istediği karşılığı vermemesi onu umutsuz yapmıştır, gelecek karanlıktır ve o  bu aşk uğuruna göze aldığı herşeyi yitirir, toplumsal saygınlık, kendine güven, mutluluk, yarından umut, hayat anlamını yitirmiştir. Onu hayatta tutan tüm dallar kırılmaktadır, bir sonraki dal da çürüktür.


Kocası kendisinden yaşça oldukça büyük olması ve kültürel ve sosyal olarak yüksek  bir tabakadan olması Hester’a kolayca çiğnenecek birşey olarak görünmektedir.
Hester kültürlüdür, zekidir ve aptal aşıktır. Aşk aklını başından almıştır.


Birlikte olduğu genç sevgilisi hovardadır, evli bir kadını baştan çıkarmak onun için eğlenceden ibarettir, kadını sahiplenmez, önemsemez, kadın artık kullanılmıştır. Adam sıkılmıştır, beklentilerden, yüklenmek istemediği yükleri taşımak zorunda kalmaktan daralmıştır, bu yüden dışarıda arkadaşlarıyla bolca vakit geçirir. Kadın bu adamı sever ve adamın yokluğunda, yüzeyselliğinde hayatı yaşamaya değer bulmaz. Hissizleşmek ve taşıdığı bu ağır yükten o da kurtulmak ister çünkü sevgilisiyle birlikte olmak ona acı vermeye başlamıştır bile.
Tolstoy’un dediği gibi: “Bir kadının kaderi, sevdiği adamın ihanetiyle, sevmediği adamın sadakati arasında çizilir”.
Hester sonunda yapayalnız kalır. Yanında ne kocası ne de sevgilisi vardır. Hayata mı, ölüme mi kendini teslim eder belli değil ama onu sevmeyen sorumluluk sahibi olamayan, büyüyemeyen bir erkek için kendini ve kalbinin paramparça olmasına anlamsızca izin vermiştir. Aşk bir tür kölelik ve acizliğe dönüşmüştür onda. Sevdiğini yanında tutabilmek için herşeyi yapar ama o yine de gider, gitmeyi seçer çünkü gitmek kolaydır, gitmek eğlencelidir, gitmek yeni bir maceradır, oysa kalmak hayatı göğüslemek ve zorlukları taşımaktır, ilikiyi yüklenmektir, adamımız bencilce gider.

Hayat gibi herşey gelip geçici, birçoğumuzun değerini anlayamadığı ve elinden her geçen saniye geri dönüşü olmayan bu saniyeler ve saatler gibi herşey geçici.
Aşk uğuruna hayatı harcanmaya değer bulan Emma Bovary ve Anna Karenina gibi Hester de kendini kurban etmeyi seçmiştir kanımca.



2 Temmuz 2013 Salı

Çiçek Ansiklopedisi - Gül sayısı

27 Mayıs 2013'te Çiçek Ansiklopedi adıyla bir dergi yayınlanmaya başladı. Orada bir yazım çıktı. Burada onu paylaşacağım.


Gül


Baharın, aşkın, kadının, güzelliğin, tazeliğin, temizliğin sembolüdür gül. İhtirası, umudu, çekiciliği anlatır. Kokusu büyüler, görüntüsü göz kamaştırır. Çiçeklerin sultanıdır, yıl boyu sürer saltanatı. Hiçbir aşık yoktur ki sevdiğine gül vermemiş olsun. Hiçbir ev yoktur ki içine gül girmemiş olsun. İsminde onlarca güzel anlam yüklü oluşundan dolayı, herkes tarafından sevilen ve benimsenen, popüler ve asil bir çiçektir.

Binlerce yıldır her devirde ve her kültürde, sanatın tüm dallarında güzel olanın simgesi olmuştur gül. Kimi zaman sevgilinin yüzünü, kimi zaman sevdanın kendisini, çoğu zaman da kadının kırılgan ve hassas halini simgelemiştir. Sevgili gül kokar ve kadın güldür aslında. İnsanın kalbini yumuşatan,kalp kırıklıklarını onaran ve en derin duyguların tercümanıdır gül, her dili konuşur ve her kalbe ulaşır.

Fosil kaynaklı kayıtlar gülün yeryüzündeki varlığının en az 35 milyon yıllık bir geçmişe sahip olduğunu göstermekte. Orta Asya’dan ticaret yolu ile dünyaya yayılmış olan gül, eşsiz kokusundan ve şifalı değerinden dolayı binlerce yıldır insanlar için vazgeçilmez bir  çiçek olmuştur. Hatta denir ki antik dönemde Yunanlılar ve Romalılar için gül bahçeleri, buğday tarlaları ve meyve bahçeleri kadar önem taşıyormuş.


Gül yağı başta kozmetik, gıda ve tıp alanlarında kullanlıldığından dolayı insanoğlu için olmazsa olmaz bir madde olarak bugüne dek gelmiştir. Gül yağı, parfümeri sanayinde tüm doğal hammaddelerin en önemlisi ve en eskisidir. Rosa damascena çiçeklerinden elde edilen gül yağının kozmetikte koku verici ve koku sabitleyici olarak kullanılmasının yanısıra, gıda sektöründe de önemli bir yeri vardır. Reçel, likör, sakız, jöle ve pudinglerde tat verici olarak, temizlik sektöründeki sabun ve deterjanlarda, dis macunlarında koku verici olarak, tıpta antiseptik olarak kullanılmaktadır. Halk arasında gül suyu antiseptik etkisinden dolayı ciltteki sivilcelerin tedavisinde, dis ağrılarında, gözdeki iltihaplanmalarda, egzama tedavisinde, bagırsak bozukluklarında laksatif olarak kullanılmaktadır

Ülkemizde,  gül denince akla ilk gelen şehir Isparta’dır.

Isparta gülcülüğü 150 yılı geçmeyen bir geçmişe sahip. Gülü bu şehre getiren  Istarta’nın Yalvaç ilçesinde doğan Müftüzade İsmail Efendi’dir. Bulgaristan’ın “gül vadisi” olarak bilinen Kızanlık şehrinde hariciye görevlisi olarak çalışırken bu şehrin ikliminin,toprağının ve yerleşim şeklinin doğup büyüdüğü Isparta’ya çok benzediğini fark eder. Gülcülüğü ve gül yağı üretimini gözlemleyerek öğrenir ve 1880li yılların sonlarında memleketine dönerken, bir tek gül çeliğini bastonunda saklayarak Isparta’ya getirir ve onu evinin bahçesine diker. Buradan elde ettiği gül çelikleriyle otuz dönümlük arazisinde gülcülüğe başlar. Daha sonra  imbik adı verilen basit sistemle 1892’de ilk gülyağını üretir. Isparta halkı İsmail Efendi’den topraklarının gül yetiştirmeye çok elverişli olduğunu öğrenir ve kısa sürede güller içinde kalan Isparta güler diyarı adıyla anılmaya başlar. 

Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Isparta’ya gelişinde verdiği talimatla, İktisat Vekaleti tarafından 1935’te modern gülyağı fabrikası kurulur, böylece sanayi tipi gülyağı üretimi de ülkemizde başlamış olur. Daha sonra Gülbirlik’in 1958’de kurduğu İslamköy Gülyağı Fabrikası ve 1976’da kurulan diğer gülyağı tesisleriyle bu bölgede gülyağı üretimi hızla artar.
Türkiye dünyadaki en büyük gül yağı üreticilerinden biridir. Dünya gül yağı talebinin neredeyse %50’si Türkiye’den karşılanmaktadır. Ülkemizde Isparta gülü olarak tanınan Rosa damascena’nın çiçeklerinden elde edilen gül yagı Gucci, Chanel, Christian Dior gibi dünya kozmetik devleri tarafından kullanılmaktadır. Türkiye’de yağ gülü basta Isparta olmak üzere, Burdur, Afyon ve Denizli illerinin de yer aldıgı Göller yöresinde üretilmektedir. Türkiye’de üretilen gül yağının tamamına yakını ihraç edilmektedir. 2010 yılı verilerine göre yaklasık 10.4milyon dolarlık gül yagı ihracatı gerçeklestirilmistir. İhracatın önemli bir bölümü AB ülkelerine yapılmaktadır. Türkiyedeki gül yağı üretiminin %84.41’ni tek basına Isparta ili karsılamaktadır.

 

Isparta Gülü’nün en önemli özelliği yağ gülü yani rosa damascena türünden olmasıdır. Rosa damascena ülkemizde Isparta Gülü, Pembe Yağ Gülü, Yağ Gülü, Sakız Gülü ve Şam Gülü adlarıyla da bilinmekte. Görsel olarak fazla albenisi olmayan bu gül çok güçlü bir kokuya sahip. Pembe renkli, yarım katmerli ve kuvvetli kokulu, çok yıllık, dikenli ve kışa dayanımı yüksek bir bitkidir.

 

Gül çiçeğinden iki çeşit yağ üretilmektedir.  Gül yağı olarak bilinen ince yağ ve konkret olarak bilinen katı yağdır. 1 kg. gül yağı elde etmek için yaklaşık 4 ton gül çiçeği, 1 kg. gül konkreti elde etmek için ise 400 /500 kg. gül çiçeği işlemek gerekmektedir

Yağ gülü türünün bir çok çeşidi olmakla birlikte özellikle "trigintipetale" çeşidi başta Bulgaristan ve Türkiye olmak üzere Fas, Mısır, İran, Suriye, Hindistan ve Kafkaslar'da yetiştirilmektedir.            


Edebiyatta gül


Koskoca bahar mevsiminin adına gül mevsimi denmiş. Gül teması şiirlerde, koşmalarda, türkülerde, manilerde ve ilahilerde çokça kullanılmıştır. Divan şiirinde adı en çok geçen çiçek güldür. Edebiyatımızda birçok gül ve bülbül  temalı mesneviler, gazeller ve kasideler de yazılmıştır. Dünya ve türk edebiyatının seçkin yazarları ve şairleri söz birliği edercesinde eserlerinde ortak anlamlı tek çiçek olarak gülü kullanmışlardır. Modern Türk edebiyatında Cenab Şahabeddin, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, Edip Cansever’e, Hilmi Yavuz gibi sanatçılarımız gül temasına eserlerinde yer vermişlerdir. Örneğin  Ahmet Haşim’in “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirinde yer alan aşağıdaki bu dizeleri gül dolu :

Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümâyân,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlân;
Gün doğdu yazık arkalarında!

Bakın, Edip Cansever’in  “Gül Kokuyorsun “ adlı şiiri gülün gücünü nasıl da vurgulamış:

Gül kokuyorsun bir de
Amansız, acımasız kokuyorsun
Gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun
Dayanılmaz bir şey oluyorsun, biliyorsun
Hırçın hırçın, pembe pembe
Öfkeli öfkeli gül
Gül kokuyorsun nefes nefese.

Aşk ve güzelliğin tanrıçaları  Afrodit ve Venüs’ün de simgeleri güldür.
Gül, aşkın her çeşidinde sevgiliyi temsil eder; bülbül ise onun aşkıyla yanıp tutuşan âşıktır. Efsanelerden birine göre eskiden gülün rengi kırmızı değilmiş. Bülbül ona sırılsıklam aşıkmış ama o hiç yüz vermiyormuş kendisine. Gülün bu kayıtsızlığına dayanamayan bülbül, günün birinde onun gövdesine konar fakat dikenleri bülbülün göğsüne batar ve dökülen kanlar gülün köküne akar. Gülün işte o günden sonra kan kırmızı açmaya başladığı söylenir.
İnsanımız güle olan sevgisini çocuklarına koyduğu isimlerle de pekiştirmiştir : “Gül, Gülbahar, Gülcan, Gülten, Gülnur, Güler, Gülçin, Gülay, Gülistan, Gülriz vs “ gibi pek çok isimde rastlarız kendisine.
Dilimizde güllü deyimler öyle çok benimsemiş ki onlarca atasözünde de adı gemekte. Eşler ailelerine “gül gibi bakar”, sevgi dolu aileler “gül gibi geçinip gider” ve çocuklarını “el bebek gül bebek” büyütürler.
Günlük hayatta  “gülü seven dikenine katlanır”, “ al gülüm ver gülüm”lü  deyimlerle de sıkça karşılaşmıyormuyuz?

 

Güzel sanatlarda gül ve gül motifi


Türk Sanatları içinde çiçek motifleri büyük yer tutmaktadır. Çiçeklerin en başında da gül gelmektedir. Gül her kültürde önemli bir yer tutmuştır ve güzel sanatların vazgeçilmez unsurlarından biri olmuştur. Bizde 18. ve 19. yy’da tüm süsleme sanatlarında bolca kullanılmıştır. Gül motiflerine ebruda, minyatürde, ciltte, mezar taşlarında, dekoratif alanlarda ve daha birçok yerde sıkça rastlarız. Edirnekari süslemelerinde de en çok kullanılan çiçek güldür.
Farklı dönemlerin sanatçıları, eserlerinde çeşitli gül temaları işlenmişlerdir. Örneğin bu resimde  Fatih Sultan Mehmet bağdaş kurarak oturmakta, gözleri uzaklara dalmış, küçük parmağı yüzüklü elinde tuttuğu gülleri koklamaktadır. Fatih Sultan Mehmet’in portresi padişahın gücünün yanı sıra elinde tuttuğu güller de onun manevi zenginliğini ve inceliğini göstermektedir. 


İslam’da gül


Kültürümüzde gül, yüzıllardır Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed’in sembolü ve ona duyulan derin sevginin simgesi olmuştur. Bu yüzden çoğu İslami eserde güle ayrı bir değer verilmiştir. Tasavvuf kültürümüzde de gül Allah ile kul arasındaki bağın ifadesidir, ondan dolayı da insani aşkın objesini gülle anlatan sanatçının, aslında insanı ilahi aşka hazırlayan bir evreden söz ettiğini söyleyebiliriz.

Hz. Muhammed gülleri "Seyyidül ezharül Cennet=Cennet çiçeklerinin ulusu" olarak nitelendirmiştir.
Cami, türbe gibi dinî mekânların gül suyuyla yıkanır, mevlidlerde, bayram ziyaretlerinde misafirin eline gülsuyu dökülür.
Yunus Emre “Sordum Sarı Çiçeğe” ismiyle bilinen ilahisinde çiçeklere “gül sizin nenüz olur ?” diye sorar ve şu cevabı alır:
“Çiçek ey’dür ey derviş, gül Muhammed teridür.”


 

Sofralarımızda gül


Sofra kültürümüzde de gülün yeri vardır, kadınlarımız nicedir gül reçeli yaparlar, gül börekleri pişirirler ve gül tatlısı hazırlarlar. Bol köpüklü nefis bir türk kahvesinin yanında da gül lokumu ikram etmek adetlerimizden biridir.
Gül aynı zamanda adını süt ve gülsuyundan yapılan ve Ramazan ayı ile özdeşleşmiş geleneksel türk tatlılarından biri olan güllaça da adını vermiştir. Günümüzde isteğe bağlı koyulan gül suyu, Osmanlı döneminde ferahlatıcı etkisi olduğu gerekçesiyle mutlaka konulurmuş.



Halfeti’nin siyah gülü


Finlandiya'nın Kiristenstad kentinde düzenlenen Cittaslow Uluslararası Koordinasyon Komitesi toplantısında, Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesi Türkiye'nin yeni Cittaslow’u (Sakin Şehri) ilan edildi. Halfeti  az bilinen siyah gülleriyle de ünlüdür aslında.
Ne yazık ki bu karagüllerden çelik alıp başka bir yerde yetiştirmeye kalkan gülseverler hayal kırıklığına uğruyor çünkü gülün rengi değişime uğruyor. Kimileri bunu Fırat efsanelerine, kimileri de bölgenin mikroklimasına bağlıyor. Ama sonuçta siyah gülü görüp koklamak için Halfeti’ye gitmek gerekiyor. Bu günlerde ekranlarda oynayan  “Karagül” dizisi de adını işte bu Halfeti gülünden alıyor.


Dünyada en çok satılan çiçeğin gül olduğunu tahmin etmek zor değil. Rengarenk ve hoş kokulu bu çiçek, barındırdığı anlam çeşitliliği sayesinde herkese hitap ediyor. İnsanın kalbine doğrudan ulaşabilen gül, yüzyıllardır aşkın sembolü olmuştur. Gülün gücü o denli büyük ki erkeğin elinden sunulan tek bir gül, kadının kalbinin derinliklerine sızmayı başarır, onu baştan çıkarır ve büyüler.
Yıl boyu gül bahçelerinde ve gül dolu parklarda gezintiye çıkmayı ve gülün sarhoş edici kokusunda ruhunu dinlendirmeyi kim istemez?
Gelin bu yıl baharın tadını güllerin arasında çıkaralım, yüzümüzde güller açsın, etrafımıza gülücükler saçalım, hep birlikte gülelim ve güldürelim.