20 Nisan 2014 Pazar

Ağırlık

Belli bir yaşa geldikten sonra bazı insanların size taşıması zor bir yük olduklarını açık ve net görebiliyorsunuz. Fark ediyorsunuz ki size yükledikleri ağır ilişki bavulunun altında eziliyor ve nefes alamıyorsunuz.
Kan emicidir bunlar. Senden, vaktinden alarak, enerjini emerek beslenirler. Egoları daima en üst seviyededir. Seni anlayabilmek için asla çaba göstermezler. Tek doğru onlarınkidir. Kıskançtırlar. Yakınındaki birileri onlardan daha iyi durumdaysa, bin bir bahaneyle onları kötüleyip bunu hak etmediklerini savunurlar, ve bunu bir türlü kaldıramazlar. Herkeste ve her şeyde kusur bulurlar. En üstün varlık biziz, en iyisini biz biliriz, en doğrusunu biz yaparız ayarında yaşarlar. Tek amaçları vardır o da kendilerini daha iyi hissetmektir. Çıkarları ve keyifleri her şeyden önce gelir. Varsa yoksa  kendi benliklerinin rahatı ve keyfi.
Bu insanlar vazgeçilmez olmak isterler, onlar için birinci öncelik her zaman kendileridir. Nefs terbiyesinden uzak, bedensel ve dışsal görünüme hayranlık duyarlar. Maddiyat hayatlarında önemli bir yer kaplar. Para odaklıdırlar.  Bol yemek yiyip, bol içerler , çok da uyurlar. Nasıl da maymun iştahlıdırlar anlatamam: afiyetle etrafındaki tüm nimetleri birkaç dakika içinde silip süpürebilirler, bunu yaparken de bir yandan senin benliğini de kemirirler. Hoşlanmadıkları her şeyden hemen karşı saldırıya geçerler ve senin zayıf noktana ateş ederler, incitirler gözünü kırpmadan seni. Nefsini besleyerek büyürler ve yaşlanırlar. Etrafında bunu farkedenler onlardan kaçarlar, surat asarlar görüşmek istemezler  ama bunlar bunu bir türlü anlamazlar, kendilerine odaklanıp kendilerinde kusur bulmak akıllarının ucundan bile geçmez. Onlar mükemmeldir. Onlar en iyisini hak ederler. Bu insanlar yalancıdırlar: kendilerine dahi yalan söylerler, hiç de çekinmezler bunu yapmaktan herkesi ve herşeyi kandırırlar.
Hepimizin hayatında kim bilir ne ağır yükler var taşıdığımız, taşıdığı yükten nasıl da habersiz olabiliyor insan.Bu yüklere bir de bu şahsiyetsizler eklenince hafiflemek isteği herşeyden ağır basar. Çünkü bir gün uyanırsınız. Buna katlanamaz olursunuz. Sözleriniz ve davranışlarınız artık onlara  dayanamadığınızı açık ve net olarak gösterir. Onlar bunu bir türlü anlayamazlar. Anlamak da zaten işlerine gelmez. Kendini sorgulamayan, kalbinin içine odaklanamayan, olan olaylarda suçlu olarak daima karşı tarafı damgalarlar, işte bu insanlara hayatımda artık yer yok.Onlar tam bir kayıp vaka. Öylelerin sayesinde kendimi ve kim olduğumu daha iyi anlıyorum. Anlıyorum ki "zaman" ve "ben" değerli, bunları kime armağan ettiğim daha da önemli. Hiçkimse kusursuz değil, ama seni sürekli kusurlu görenlerle bir arada olmak da kesinlikle anlamsız.Artık biliyorum ki sevgi bir şeye ya da birine bağlı değildir, öylece içinden akar dışarı.
Hayat denilen bu uzun yolculukta zaman zaman bavulu hafifletebilmek önemli.
Hedef kendini bir yere taşımaksa bavul ve içindekiler seni mutlu edebilmeli,işte hepsi bu :).

7 Nisan 2014 Pazartesi

Lars ve Nymph()maniac

Filmin her iki bölümünü seyrettim ve her zamanki gibi Lars Von Trier hayranlığım doruğa ulaşmış olarak bitirdim. Niye bu aykırı adamı bu kadar seviyorum? Filmlerinde ele aldığı her konuyu irdeleme biçimine ve cesaretine, sınırları zorlaması, sorulmayanı sorma biçimi ve anlatım gücüne bayılıyorum. Lars her filmde aslında kendi kendine konuşuyor, kendini arıyor, buluyor ve gerçekleştiriyor. Umarsızca ve egoistçe filmlerini sonlandırıyor.
Her filmindeki aşırılığı ve rahatsız ediciliği aslında insanların içindeki çeşitliliği gözler önüne seriyor: görmek, duymak, hissetmek ve düşünmek dahi istemediklerimizin yok olmadığını tam tersi var olanı bunca ahlak kuralı, din kuralı ve toplum kuralı olmasına rağmen engellemenin imkansızlığını mühürleyip tasdikliyor. Zaman zaman yerden yere vuruyor seni,  tırmalıyor, kaşındırıyor, yargı değerlerini sarsıyor, düşündürüyor ve yeniden seni sana bırakıyor. Kendine gelmek zaman alıyor. Garip bir şekilde en sevdiğim anlar aslında Lars’ın her filmini bittirdiğimde kendime tam olarak gelemediğim o arada kalmışlık duygusu içinde olduğum anlar. Filmin etki alanının üzerimde sürmesi , kendimi, dengemi bulana kadarki o süreç nefis. Doğrular ve yanlışlar kime göre ve neye göre şekilleniyor?
Charlotte Gainsgourg’a bir kez daha bayıldım bu filmde. Stacy Martin’i de sevdim çünkü donukluğu, yüzündeki o naif vurdumduymaz ifadesi, duygusuz bencilliği, anlamsız bakışları, sığlığı, kaygısızlığı, umarsızlığı, kendi canının istediği şey dışında hiçbirşeyi önemsememesi suratından okunuyor. Kayıp bir genç kız vakasını canlandırma başarısı oldukça iyi.
Tren sahnesinde Lars erkekleri nasıl da aşağılamış, nasıl da basit birer hayvan imgesine dönüştürmüş, hepsi birer av ve hepsi birer denek haline sokulmuş. Gerçekten böyle mi erkekler, bu kadar basit mi? Bilmedikleri tanımadıkları sadece görüntüden ibaret bir  kadın onların değer yargılarını hemen ve anında kolayca birkaç dakikalık zevk uğuruna yıkıp parçalayabiliyor mu? Çocuk yapmak için karısına dönen birinci sınıf yolcusunda basitleştirilmiş erkek imgesini esas 3 çocuk babası adamın ailesine, çocuklarına ve karısına karşı genç Joe’yu seçmesiyle daha da pekiştiriyor. Bu evli ve çocuklu adam aslında Joe’nun vucudu dışında (ki bu bile soru işareti), hiçbir yerine  ulaşamadığı, tanımadığı, sadece kendi hayalinde kurguladığı bu kadın uğuruna emek verdiği ve yıllarca sürdürdüğü aile yaşamını kolayca elinin tersiyle itiyor. Acı, gerçekten acı.
Filmin müzik seçimi olağanüstü. Filmde fonu oluşturan mekanların kasveti ve darlığı, geniş mekanlardaki boşluk ve yalnızlık duygusu filmdeki konunun baskısı ve enerjisiyle paralellik gösteriyor ve fazlasıyla gerçekçi bir hava katıyor. Toplum içindeki soyutlanmışlık, birçok yapılabilecek seçim arasından tek olanı, sadece birini seçmiş olmanın ve onu limitsizce yaşamayı seçmenin rahatsız edici ve sarsıcı gidişatı müzükle birlikte yaratılan atmosferde akıp gidiyor: tuğlalar, ağaçlar, yapraklar, çöp kovası,sokak, bahçe kapısı. Hepsi yalnız. Joe’nun tedavi edilmez yalnızlığını haykırıyor.
Yüzeysel bir özet yapmam gerekirse filmi entel pornosu olarak tanımlayabilirim. Hayatında sex dışında hiçbir şeyde anlam bulamayan bir kadınla, kitaplar dışında hiçbir hayatı olmamamış bir adamın kadının hayatını ve yaptıklarını anlamlandırmaya çalışmasının ve bu ikisinin hazin sonu. Bitişin allak bullak ettiği ve konunun kurşun gibi hedefi tutturmaya çalıştığı bir film bu.
Bana kalırsa Lars kesinlikle Joe’da kadının gücünü ve kadın vücudunun üstünlüğünü anlatmak istemiş ( aynı gün içinde birçok erkekle birlikte olma gücü ve  buna karşı  erkek istese dahi her saat başı başkasıyla birlikte olabilecek fiziksel güce sahip olamayışı aslında kadınlara yıllardır yapılan baskıların da cevabı gibi). Kadının bunu aşırı kullanmasının getireceği vahim sonucu da çarpıcı bir şekilde anlatmak istemiş Lars. Kadına, erkek karşısında yıllar yılı ezilmişliğin karşısında kendi vucudunun ve müstehcen isteklerinin  peşinden gitmeyi seçen, ahlak ,kural, dayatma, doğru yanlış gözetlemeksizin sonuna kadar gitme şansı veriyor. Kadın Lars sayesinde sadece yapmak istediğini yapar, anne olmayı reddeder, eş olmayı reddeder, çalışma hayatında bir yerde var olmayı, sorumluluk almayı reddeder. Zevk ,sehvet, ego disinda hiçbirşeyin önemi yok.
Aslında ilk birlikteliği 3 önden 5 arkadan şeklinde gerçekleşmesinin acılı hatırası bu fiziksel acı gösterdiği her davranışta erkeklere karşı öfkeli ve duygusuz bir patlama şeklinde sonuçlanıyor. Aşka yenik düşmeyi reddeder ve seksi hayatında öncü ve yönetici olarak seçer. Bu kadının kendi seçimidir. Toplumdan dışlanması ve kabul görmemesi onu durdurmaz. Tam tersi daha da seksin üstüne giderek kendi sınırlarını tanımak ister, evlidir ama  seks hayatı doyurmaz onu bu nedenle de kocasının “bir kaplan alıyorsan onu doyurmayı bileceksin” diyor, kadının başkalarıyla birlikte olmasına izin veriyor. Çocuk dahi kadını terbiye edemez, çocuğunu gece yarısı evde tek başına bırakıp seksin peşinden, vücudunun isteklerinin ardından gider. Kısacası kadın her çeşit kural ve normu yıkılmıştır. Kadın aynı kontrolsüz bir erkekten farksız ahlaksızca tüm değerleri ayaklar altına alıp zevkin peşinden gidiyor. Bu da kadının toplumal role tepkisi, erkekleşmesidir.
Bunun yıkıcılığını esas aile yaşamında görüyoruz, orada cinsel olarak tek eşlilikle sınırlı kalamayan kadın anneliği, eş olmanın kurallarını ezip bencilliğini ön plana çıkarırsa toplumdaki birçok değerin aslında nasıl da yok olacağını basitçe görebiliyoruz.
Sadizmin, pedofilinin, eşcinselliğin aslında insanı nasıl da sınırların dışına, normalin dışına, toplumun dışına ittiğin göstermekle kalmamış, bunu anlamakta zorluk çeksek de bunların toplumda var olduğunu açıkça göstermiş Lars. İstesek de, istemesek de bizi cinsel dürtülerimiz yönetiyor ama onlara teslim olmak mı doğru yoksa kontrol altında tutmak mı, hangi noktada daha ahlaklıyız?
Filmde yabancıların tehlikeli olabileceğini de çok net görüyoruz. Yaşlı Seligman  kendisine yabancı bu yaralı kadını evine alıp yardım etmeyi seçiyor, bu seçim onun hayatına mal oluyor. Kadın silahı eline alıp öldürmeyi seçiyor. Silah patlıyor.
Hayat seçimlerimiz, bizi biz yapan şey de geçmişte ve bugün seçtiğimiz şeylerdir.
Kural, ahlak, doğru, kadınlık, seks annelik, insanlık, değer yargıları, toplum beklentileri, istekler, sevgi, aile, arayış, merak, zevk, şehvet, hep daha çok istemek, doyumsuzluk, harmanlanmış ve aşırılığın dengeyi nasıl da sarstığını göstermiş film.
Kadının gücünden korkan erkeklere evet korkun mesajı mı bu, kadının gücünü küçümseyen erkeğe de bir cevap mı aynı zamanda. Yenen kim, yenilen kim ve niye?
Filmin sonunda açık ve net olarak  heba olmuş iki hayat görüyoruz: sex dışında hiçbir şey yapmayan, yapamayan, yapmak istemeyen bir kadın Joe ve kitapları dışında gerçek hayatla teması olmayan izole bir adam Seligman. İkisi de uçlarda birinde sınırsız varken diğerinde hiç yok. Lars Von Trier ‘nin hiçbir filminde denge yok. Dengesizlik varsa da çatışma ve savaş var . Normların yılıldığı ve dengenin yitirildiği yerdeki varlık kaybetmeye mahkümdur.
Film bir kurşun gibi patlıyor ve hayatın içindeki değerleri yerine oturtup bitiyor.