27 Mayıs 2014 Salı

Acı

Sessizce çığlık atıyorum
Hiç kimse beni duymuyor
Ne acı

Kaybolmuş
Hayatın anlamı dipsiz bir kuyunun içinde
Ne acı

Gitmiş
Sevdiğini bırakmış biri
Ne acı

Hayatta kalmak
Bu anlamsızlığın içinde
Ne acı.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Yazdığım masal "Gerçek Hazine"

                                                      Gerçek Hazine
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde kasabanın birinde Paolo adında yakışıklı, güçlü, çalışkan ve yaptığı her işte çok başarılı olan bir genç yaşarmış. Bu gencin küçüklüğünden beri tek hayali, kasabanın en güzel kızı olan Anna ile evlenmekmiş. Anna’nın babası çok açgözlü biriymiş ve tek amacı kızını ne olursa olsun zenginliğine zenginlik katacak biriyle evlendirmekmiş. O zamanlar yörede bir söylenti dolaşıyormuş, kim ki Asati  Dağı’nın doruğuna çıkar ve oradaki en yüksek ağacın tepesinde yuva yapmış gökkuşağı rengindeki kuşa ait altın yumurtanın sahibi olursa zenginliğine zenginlik katacaktır.
Bir gün, Anna’yı evlendirmek isteyen babası, kızını kiminle evlendireceğini açıklamış:
- Kim ki, Asati Dağı’nın tepesindeki altın yumurtayı getirirse kızımı onunla evlendireceğim! –demiş.
        Bunu duyan Paolo hemen düşmüş yollara. Zorlu yolculuk günlerce sürmüş. Paolo nehirler geçmiş, tepeler aşmış, yol geçmez ormanlarda yol almış ve nihayet Asati Dağı’nın eteklerine ulaşmış. Tepeye bakmış ve kendi kendine: “Çok kolay, bunda büyütecek ne var ki, rengarenk bir kuş ve onun altın yumurtası.”  diye düşünürken önüne bir mağra ve mağranın önünde de yaşlı bir kadın belirmiş.
-  Merhaba genç adam - demiş kadın. Sen de mi altın yumurtanın peşindesin?diye sormuş.
Paolo şaşırmış. Kadın devam etmiş: “Senin gibi nice delikanlılar bu tepeye çıktı ama hiçbiri bu dağdan bir daha çıkamadı. Sana yardım edebilirim istersen. Ama kaşılığında senden bir şey isteyeceğim”- demiş.
Anna’ya olan sevgisi öyle büyüktü Paolo dile benden ne dilersen demiş.
Yaşlı kadın devam etmiş:
- Dönüşte sana şimdi soracağım sorunun yanıtını vermen gerek, doğru cevabı veremez isen
diğer gençler gibi sonsuza dek bu dağda kilitli kalacaksın.
-Olur, demiş Paolo.  Ne sormak istersen sor, yeter ki bana altın yumurtayı nasıl alabileceğimi söyle.
- Bu kuşun bir sırrı var-demiş yaşlı kadın. Yılda sadece bir kere, bir dakikalığına yuvasından ayrılır ve hemen yanıbaşındaki gölden su içer, işte o anda yumurtayı alman gerek, üç gün sonra tam gece yarısı kuş gölden su içmeye gidecek, sakın unutma.
Paolo şaşırmış, tam vaktinde gelmişti. Tepeye çıkması gerekiyordu , artık altın yumurtayı nasıl alacağını da öğrenmişti. Sevdiği kıza sahip olmanın hayali onu büyülüyordu. Kendini eskisinden daha güçlü hissetti, Anna için herşeyi yapabilirdi. Peki yaşlı kadın  ona ne soracaktı aceba diye merak ediyordu.
Yaşlı kadın şöyle dedi:
- Gel gelelim benim soruma. “Seninle birlikte büyüyen, her yeni günle seni daha güçlü yapan, var olduğun sürece de sen neredeysen seninle gelecek olan ve sana asla ağırlık yapmayacak, gerçek mutluluğun ve başarının anahtarı nedir?”  Unutma delikanlı bu sorunun yanıtını veremeyen bu dağda kilitli kalır -dedi ve ortadan kayboldu.
Dağa tırmanırken genç adam.”Nedir bu benile büyüyen, nedir mutluluğun ve başarının anahtarı?” diye  sürekli düşünüyordu genç adam.
İki gün sonra  Paolo dağın tepesine ulaşmıştı, herşey tam da yaşlı kadının dediği gibi olmuşu. Ertesi gün tam geceyarısı renkli kuş göle uçtuğunda altın yumurta sahipsiz kalmıştı. Paolo onu aldı ve nefes nefese hızla oradan uzaklaştı. Yol boyunca derin düşünceler aklından çıkmıyordu. Kalbi Anna’ya olan sevgisiyle doluydu ama ya yaşlı kadının sorduğu o soruya vereceği cevabu bulamazsa? Bu değerli şey bedeni miydi? Hayır, beden mutluluğun ve başarının anahtarı tek başına olamazdı. Kalbi miydi, aklı mıydı, neydi bu? İçinde taşıdığı bu büyülü şey ne olabilirdi?
Birden aklına geldi, olsa olsa bu şey bilgiydi. Evet, bilgiden başka hiçbirşey her zaman yanında ağırlık yapmadan taşınamazdı. Bildiği için altın yumurtayı zahmetsizce yuvadan alabilmişti, bildiği için yaptığı her işte başarılıydı. Bilmek hem mutlu ediyordu hem de başarıyı getiriyordu.
Tüm bunları düşünürken mağranın önünde yaşlı kadını gördü tekrar
- Demek altın yumurtayi buldun Paolo, peki benim sorduğum sorunun cevabini verebilecekmisin bakalım?- diye sordu kadın.
Paolo yaşlı kadına döndü ve dedi ki:
-Bilgiden başka hiçbirşey mutluluğun ve başarının anahtarı olamaz, ancak gerçek bilgi benimle büyür ve bana ağırlık yapmadan her yere benimle gelir dedi.
İşte tam o anda sihirli birşey oldu. Yaşlı kadın ortadan kaboldu ve mağra büyük bir şayoya gönüştü.  Anna ona doğru koşarak geldi. Ve iki sevgili birbirine  kavuştu.
Genç delikanlı sahip olunabilecek en değerli hazinenin bilgi olduğunu çocuklarına hatta çocuklarının çocuklarına dahi anlatmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine
Gökten üç elma düştü biri bana biri sana biri de kısmetine inananlara.




21 Mayıs 2014 Çarşamba

Veni vidi vici /Londra'da bir hafta


Bir hafta Londra’da kaldım. Bu şehirde yaşadım. Bu şehrin sokaklarını arşınladım. Şehrin temposunda  ritm tutmaya çalıştım. Ve yürüyüp geçtim dünyanın tam kalbinin ortasından.


Havalananına indiğimde ilk dikkatimi çeken şey temizlik oldu. Gerçekten bu kadar temiz miydi peki şehrin kendisi? Hayır, merkez ve ana hatlar dışında hiç kimse ve hiçbir yer tam anlamıyla parlamıyordu. Oysa bana altın parlak bir kubbe gibi görüneceğini düşünmüştüm şehrin. Ne de olsa dünyayı etkileyen önemli medeniyet merkezlerinden biriydi bu şehir.

Arabaya bindiğimde ve şehrin içine doğru yol aldığımda, sağım solum ağaçlar ve uçsuz bucaksız yeşil alanlarla doluydu. Bu kadar yeşil, bu kadar yeşillik kokan başka hangi başkent var yeryüzünde, bilemiyorum. Şaşkındım. Yolun sağında bazı yerlerde inekler otluyor, solunda ise atlar koşturuyordu. Koca bir çiftlik gibi bu şehir, nasıl olur?

Aslında Londra, Paris, İstanbul böyle büyük şehirler anlatılmaz yaşanır , yaşadıkça sevilir, ya da alışkanlık haline gelir. Farkettim ki İstanbul’daki herşeyi kabullenip bir alışkanlık haline getirmişim. Trafik, korna gürültüsü, ağaçsızlık, metrobüsteki itiş kakış, sürekli koşuşturma, daimi bir yerden bir yere yetişmeye çabası. Hayat hep acele bu İstanbul’da. Neden, niçin?
Paris’in soğuk ve kasvetli binaları, kirli izmarit dolu sokakları, İstanbul’un çirkin ve düzensiz gecekondulu yerleşimi Londra’da yerini iki katlı ön ve arka bahçeli evlerine bırakmış, şehirin her sempti tatil kasabası gibi. Sakin ve samimi bir hava tüm şehri sarmış. İnsanlara metroda rastlamasam, güneyde bir yerde tatile gittiğimi sanarak geçecek günlerim.

Sabahları kuş sesleriyle uyanıyor, çimenin ve yeşilliğin eşsiz kokusyla gezmeye veriyorum kendimi. Nerelere gitmedim ki :) Şehrin altını üstüne getirdim yine de bitiremedim, hala gitmek istediğim yerler var. Bitmez ki Londra’nın sana sundukları öyle kolay kolay.
Karman çorman bir kültür var burada, gökküşağı renklerinde bir şehir Londra. Her dili duymak mümkün, çince, hintçe, türkçe, rusça, polonyaca, bulgara, fransızca italyanca ...Şehirde yaşayanlar bu çok kültürlü yapıya alışmış çoktandır. Herkes içiçe, asyalı, avrupalı, amerikalı , zenci, beyaz ,sarı...bir cümbüştür akıp gidiyor. Böyle renkli bir şehir görmedim ömrümde diyebilirim.

Merkezde turist sayısı öyle çok ki...hele fransızlar, şehri tam anlamıyla istila etmişler. Birçok Avrupalı öğrenci grupları müzeleri geziyor, parklarda uzanıyor, dinleniyor, gezerek, farkındalığı artarak eğleniyor. Ya bizim gençlik. Burada, bu coğrafyada sıkışıp kalmış. Bu kur farkı, bu mesafeler ve bu yol bizim insanımızı herşeyden uzağa itmiş.Halbuki hayat, sanat, medeniyet akıp gidiyor ve biz türkler onlara ya yetişemeden ya da çok az ucundan tam yakalamaya başlamışken  ömürler bitiyor. Burada zamansızlık, insan ömürünün basitçe kayıp gitmesine neden olurken, orada bu bol vakit herkese ve herşeye yetiyor. 
Şehir herkesi ağırlıyor, fakiri, zengini, yabancıyı, yerliyi, kadını, erkeği, çocukları.Herkese nazikçe "HOŞGELDİN!" diyor.

Dünya’nın kalbi sanki Londra’da atıyor. Öyle ilginç ve öyle çeşitli ki, sokaklarda budittlere de raslıyorsun, kara çarşaflı kadınlara da ,luleli yahudilere de. Kısacık şortlu ve sütyensiz gezen kızlara da, son moda en lüks arabalara da. WOW!
Tam bir görsel şölen, bir sirk bir panayır yeri gibi.

Kaldı ki hele geceleri, Covent Garden ve Soho tam bir parade yeri. Yakışan da yakışmayan da en frapan, en sexy, en güzel kıyafetlerini giyinip sokağa dökülmüş. Gençlerin çılgın dövmeleri, garip saçları, uçuk ayakkabıları...sanki şehrin bir aynası gibi. Daha neler neler....
Şehrin merkezi ihtişam ve görkem dolu. Her bir cadde, her bir mağaza, her bir müze ayrı titizlikte tertemiz, pasparlak. Ve herşeyden önce Londradaki en güzel şey de  müzelerin ücretsiz olması. Dolu dolu sanat, dolu dolu kültür, dolu dolu medeniyet.

Şehir sana en seçkin, en güzel sanat yapıtlarını bedavaya ayaklarının önüne seriyor.Yeter ki gel, yeter ki gör. Zevk al, ruhunu doyur. Bak ve kendini ödüllendir bunlarla, insan olduğunu hatırla. Programlanmış robot gibi hayat sadece işten eve, evden işe geçim kaygısı yaşamak olmadığını, olmaması gerektiğini haykırıyor. Hayat sadece yemek yemekten ibaret değil. Hayatta olmak seni insan yapan şey de güzelliği yaşamak ve sık sık ruhunu bununla beslemektir.

Gezip görebileceğin her yeri teker teker gezemesen de mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden  British Museum, Tate Modern, National Gallery, Portrait Gallery, Victoria & Albert Museum, Science Museum, Natural History Museum’u görmezsen, oradaki odalarında gezip dolaşmazsan, eserlerin içinde ruhunu kaybetmezsen Londra’ya gitmiş sayma kendini hiç. Hepsi çok etkileyici.

Londra’nın uçsuz bucaksız Hyde Park’ı ömre bedel, oradaki çimlere uzanıp, çıplak ayak yürümeli insan. Doğanın sana sunduğu asırlık ağaçların gölgesinde serin bir yürüyüş yapmalı ve bir zamanla Chares Dickens gibi o şehrin havasını koklayabilmenin tadını çıkarmalı.

Muhteşem South Kensington sokaklarına ve Notthin Hill’deki evlerine bakarak, Oxford Street'te gezerek, PRADA'nın tüm koleksiyonunun istila ettiği Harrods mağzasının vitrinlerine de gözü takılarak insan tüketimin ve paranın gücünü de görmeli.
Underground’da yolculuk yaparken bir vagonunda 20 farklı dil konuşulduğuna şahit oldum. Bu nasıl bir zenginlik !Her bir kültürden insanı ağırlamak ve yakınen ona dokunabilmek. İnanılmaz!
Şehir seni önce kucaklıyor, sarmalıyor. Geçmişle, tarihle, sanatla ilgili ne kadar da az şey bildiğini yüzüne tokat gibi vuruyor. Ve tüylerin diken deiken oluyor her adımda. Etkileniyorsun çünkü insana ve insanoğlına inancın artıyor ve dünyanın bir yerinde insanlığın ölmediğini, insan olmanın şerefli ve kıymetli olduğunu hissediyorsun.

Dünyayı sana avuçlarında sunuyor bu şehir. İnsanoğlunun eşsiz benzersiz yaratıcılığının her örneği Londra’da.

Veni vidi vici! Demiş Julius Cezar. Yani gittim, gördüm ve yendim! Evet ,ben de gittim, gördüm ve kendimi yendim. Bugün Londra tecrübelerimle  önceki bene göre  daha bilinçli bir benim. Bugün sahip olduğum bilgiyle ve öğrendiklerimle düne göre daha güçlüyüm. Çünkü Londra’da insanların sahip oldukları seçim şansını gördüm. Orada insanlar yaşam standartlarını, işlerini, eşlerini kısacası hayatlarını seçebiliyor. Burada ise herkes kaderine razı geliyor ve herşey şans, kısmet ve kader. Ya sen ? Sen nerede olmak istersin?