28 Mart 2014 Cuma

Sözler

*Her oy bir tüfek gibidir; yararı kullananın karakterine bağlıdır.

*Muhafazakarlar aptaldır demiyorum, ama aptalların çoğu muhafazakar.

*Demokrasinin aleyhindeki en güçlü argüman, ortalama bir seçmenle gireceğiniz 5 dakikalık bir diyalogtur.

*Büyük bir milleti yönetmek küçük bir balık pişirmek gibidir; fazla kurcalarsanız mahvedersiniz.

*Körlerin ülkesinde, tek gözlü insan kral olur.

*Dünya çok acı çekiyor.Ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.

*Devrim, gelecek ile geçmiş arasındaki ölümüne mücadeledir.

*Dürüstlük, demokrasinin can damarıdır.Dolandırıcılık ise damarlarında akan zehir.

*Demokrasi, çözülemeyen problemlere yaklaşık çözümler bulmaktır.

*Politika ile uğraşmayacak kadar akıllı olanlar, daha aptallar tarafından yönetilerek cezalandırılırlar.
Platon (Eflatun)

19 Mart 2014 Çarşamba

Under The Tuscan Sun

Uzun zamandır kendim için hiçbir şey yapmadım. Sevdiğim gideli 3 hafta olmuştu ve derin bir depresyonda yüzüyordum ki, güneş gibi parlayan bir ben içimden bir anda çıkıp bana “hayat böyle de güzel”, “vucuden uzakta olsa da adamın yine de tad alabilirsin hayattan” diyordu. Bu kadar süre sonra da  “Kendine zaman ayır” ve “kendin için birşeyler yap” diyen iç sesime kulak vermemek de elde değil artık. Sonunda çıtır çerez bir film seyretmeye niyetlendim: filmde aşk olsun, manzarası ruhumu okşasın istedim. Derken karşıma “Under the Tuscan Sun” i tavsiye eden arkadaşımı dinledim ve kendimi filmin sularına bıraktım.




Büyük bir şehirde, yaşayan prestijli bir kitap eleştirmeni ve yazar Frances bir anda kocasının sadakatsizliğini oğrenip boşanıyor. Kurduğu evini bile  elinde tutamayan Frances, acı içinde depresyonu atlatmaya çalışıyor. Tek başına yaşayacağı kısa süreli ama uzun vadede de kalabileceği gürültülü bir apartmana taşınıyor, o koskoca geçmişinden de yanına sadece 3 kutu kitap alıyor yanına. En yakın arkadaşı ve destekçisi bir lezbiyen. Kendisi ona bir İtalya seyahati hediye ediyor ki bu depresyonu atlatabilsin. Frances bu seyahatinde İtalya’da Toscana bölgesinden eski bir ev alıyor. Hikaye tam da  burada başlıyor. Kendisini tanıma fırsatı buluyor, hayattan beklentilerini gözden geçiriyor ve aslında değerlerin nasıl da değiştiğini, süreç içinde nasıl da yok olabildiğini görüyor Frances, onunla birlikte seyircinin de farkındalığı uyanıyor.
Film garip bir şekilde kaderimizle ve etrafımızdakilerle, ne olursa olsun barışık olmamız gerektiğini anlatıyor, bu bir kabulleniş. Ama bu kabullenişe doğru giden yolda çabalamak gerektiğini anlatıyor aslında.
Filmin ana teması Frances’in satın aldığı harabe villa, bu onun yenilenmesinin etrafında gelişen olaylar.

Harabe aslında Frances’in kalbi ve ruhu. Evin içindeki her yenilik, her değişiklik aslında Frances’in kalbindeki harabeyi de  yeniliyor ve eskisinden daha güçlü kadın yaratıyor. Yalnız olan bu terkedilmiş ev aslında yıllardır hiç gerçek anlamda sevilmemiş ve yalnız olan Frances’in kalbinden başkası değildir. Frances’in tam da ihtiyacı olan o soğuk ve burnu havada enteller değildir aslında, o büyük şehir insanlarının soğukluğu da değildir. 

O bir aile istiyor, kendisini olduğu gibi sevecek insanların olduğu bir yerde ve mekanda kabullenilmek ve var olmak istiyor.
Frances, Italya’da satın aldığı evde, aşkı, mutluluğu, aileyi, kabullenilmeyi, çalışmanın ve emek vermenin önemi gibi değerlere yeniden kavuşuyor. Kadınlığını yeniden keşfediyor. Beklentisiz  ve yarınsız bir yaşamın içinde her günden tad alarak, etrafındakileri olduğu gibi kabul ederek yaşamına, kendine, sevdiklerine varlığıyla değer katmayı öğreniyor. Kendisine bu değişimde doğa da eşlik ediyor sonbahar, kış, ilkbahar, yaz. Tüm mevsimler film boyu Frances’e eşlik ediyor.

Değişim çanları banim için de mi çalıyor: değerler, makanlar, insanar ve herşeyden önemlisi ben de mi değişiyorum. Neler istiyorum, neler başaracağım. Nasıl hayatın üstesinden geleceğim. Bugün, kalbim daha büyük olsun ve herkesi kucaklasın  istiyorum. Kendime zaman ayırmak ve bundan keyif almak istiyorum. An’ın büyüsünde yaşamak güzel bir deneyim. Keşke daha sık yapabilseydim.

Ha bu arada mutluluk bizim içimizde ve güne, saate, yere, etrafıımızdaki kişilere bağlı olmayan bir değer. 

5 Mart 2014 Çarşamba

Revolutionary Road / Hayallerin Peşinde

Revolutionary Road

Bir yıkım filmi, insanın kendi hayatından memnun olmayıp, sıkışmış, monoton, zevkisiz , değersiz hissederek bir kafeste kilitli olduğunda umutsuzluğun verdiği yıkımı anlatıyor.


Neredeyim, kimim, ne istiyorum, yarından ne bekliyorum?

Bir sürü soru dönüp dolaşıyor kafanda.

Kocan, ailen, çocukların, umutların yok olması, beklentilerin gerçekleşmemesi ve nefes almanın dahi ağırlık yaptığı bir bunalım.


Sevmek ve aşk kurtarıcı mı, kendini gerçekleştiremeyen insan sahip olduğu maddesel nesnelerle avunabilir mi? Maneviyatın üstüne koyu bir örtü çekebilir mi ruhunun isteklerine, hayallerine sırtını çevirebilir mi?


Aşk , sevgi, çocuklar, büyük bir ev, para mutluluğu satın alabilir mi, yaşamak için yeterli mi?Hayat yaptığımız seçimlerdir. Neredeyiz, kimiz, kiminleyiz bizim seçimimiz. Her attımız adım bizi biz yapıyor. Niçin ve kimin için yaşıyoruz? Bu hayatı sahip olduğumuız değerlerle örtüşüyor mu yoksa ellerimizin arasından kayıp gidiyor mu?


Yalnız bir kadın, kendini gerçekleştirememiş bir kadın, mutluluğu yanıbaşından çok uzakta arayan bir kadın hayatı nereye götürür?Kalmak ve gitmek arasında sıkışmış, umutların hayallerin gerçekleşmemesine dönüşmüş bir yaşamın değersizleşip yok olması.Bana beni mi hatırlatıyor ne? Yoksa bu film bir ayna görevi mi yapıyor bana? Düşünüyorum, eziliyorum, sıkışıyorum ve nefes almaya ihtiyaç duyuyorum...