19 Mart 2014 Çarşamba

Under The Tuscan Sun

Uzun zamandır kendim için hiçbir şey yapmadım. Sevdiğim gideli 3 hafta olmuştu ve derin bir depresyonda yüzüyordum ki, güneş gibi parlayan bir ben içimden bir anda çıkıp bana “hayat böyle de güzel”, “vucuden uzakta olsa da adamın yine de tad alabilirsin hayattan” diyordu. Bu kadar süre sonra da  “Kendine zaman ayır” ve “kendin için birşeyler yap” diyen iç sesime kulak vermemek de elde değil artık. Sonunda çıtır çerez bir film seyretmeye niyetlendim: filmde aşk olsun, manzarası ruhumu okşasın istedim. Derken karşıma “Under the Tuscan Sun” i tavsiye eden arkadaşımı dinledim ve kendimi filmin sularına bıraktım.




Büyük bir şehirde, yaşayan prestijli bir kitap eleştirmeni ve yazar Frances bir anda kocasının sadakatsizliğini oğrenip boşanıyor. Kurduğu evini bile  elinde tutamayan Frances, acı içinde depresyonu atlatmaya çalışıyor. Tek başına yaşayacağı kısa süreli ama uzun vadede de kalabileceği gürültülü bir apartmana taşınıyor, o koskoca geçmişinden de yanına sadece 3 kutu kitap alıyor yanına. En yakın arkadaşı ve destekçisi bir lezbiyen. Kendisi ona bir İtalya seyahati hediye ediyor ki bu depresyonu atlatabilsin. Frances bu seyahatinde İtalya’da Toscana bölgesinden eski bir ev alıyor. Hikaye tam da  burada başlıyor. Kendisini tanıma fırsatı buluyor, hayattan beklentilerini gözden geçiriyor ve aslında değerlerin nasıl da değiştiğini, süreç içinde nasıl da yok olabildiğini görüyor Frances, onunla birlikte seyircinin de farkındalığı uyanıyor.
Film garip bir şekilde kaderimizle ve etrafımızdakilerle, ne olursa olsun barışık olmamız gerektiğini anlatıyor, bu bir kabulleniş. Ama bu kabullenişe doğru giden yolda çabalamak gerektiğini anlatıyor aslında.
Filmin ana teması Frances’in satın aldığı harabe villa, bu onun yenilenmesinin etrafında gelişen olaylar.

Harabe aslında Frances’in kalbi ve ruhu. Evin içindeki her yenilik, her değişiklik aslında Frances’in kalbindeki harabeyi de  yeniliyor ve eskisinden daha güçlü kadın yaratıyor. Yalnız olan bu terkedilmiş ev aslında yıllardır hiç gerçek anlamda sevilmemiş ve yalnız olan Frances’in kalbinden başkası değildir. Frances’in tam da ihtiyacı olan o soğuk ve burnu havada enteller değildir aslında, o büyük şehir insanlarının soğukluğu da değildir. 

O bir aile istiyor, kendisini olduğu gibi sevecek insanların olduğu bir yerde ve mekanda kabullenilmek ve var olmak istiyor.
Frances, Italya’da satın aldığı evde, aşkı, mutluluğu, aileyi, kabullenilmeyi, çalışmanın ve emek vermenin önemi gibi değerlere yeniden kavuşuyor. Kadınlığını yeniden keşfediyor. Beklentisiz  ve yarınsız bir yaşamın içinde her günden tad alarak, etrafındakileri olduğu gibi kabul ederek yaşamına, kendine, sevdiklerine varlığıyla değer katmayı öğreniyor. Kendisine bu değişimde doğa da eşlik ediyor sonbahar, kış, ilkbahar, yaz. Tüm mevsimler film boyu Frances’e eşlik ediyor.

Değişim çanları banim için de mi çalıyor: değerler, makanlar, insanar ve herşeyden önemlisi ben de mi değişiyorum. Neler istiyorum, neler başaracağım. Nasıl hayatın üstesinden geleceğim. Bugün, kalbim daha büyük olsun ve herkesi kucaklasın  istiyorum. Kendime zaman ayırmak ve bundan keyif almak istiyorum. An’ın büyüsünde yaşamak güzel bir deneyim. Keşke daha sık yapabilseydim.

Ha bu arada mutluluk bizim içimizde ve güne, saate, yere, etrafıımızdaki kişilere bağlı olmayan bir değer. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder