8 Temmuz 2015 Çarşamba

LONDRA

Londra

  Geldiğimden beri içime sinmeyen bir soğukluk var bu şehirde. İkliminden midir nedir bilmem ama herkes ve herşey bana soğuk ve yabancı. Temmuz ayında bile ceketle, montla geziliyor bu şehirde. Daha bu sabah esen soğuk rüzgarda gözlerim ıslandı mesela, içim titredi, biran evvel kuytu bir yere sığınmak için adımlarımı hızlandırıp durdum. Tıpkı uzun bir süre çok kalabalık ve gürültülü bir yerlerde kafamızın şişmesi üzerine sakin bir yere kaçma isteği duyduğumuz gibi tanıdık bir duygu bu. Demem şu ki burada insana temas az ve herkes kendince, kendi doğrularıyla yaşıyor.
  Güneş ne büyük bir nimetmiş, gün içinde birkaç kez görünmesi bile içinin mutluluk ve şükürle dolması için yetiyor, böylece bir güneş ışının vucuduna değmesi bile, bu küçücük mutluluk bile şükürle doldurabiliyor yüreğini, böyle işte burada az şeylle mutlu olmayı öğreniyorsun, yaşadığın coğrafya da kaderin oluveriyor birden bire. 
  Buralar bulutlu, hatta bazen fazla bulutlu ama hakkını da vermiyor değil o bulutlar, çarpışıyorlar gökyüzünde ve bu dövüşün acısı sıkça döküyor yeryüzüne. Yağmur buraya gözün alabildiğine yeşil örtü seriyor, orman ekiyor, asırlık ağaçlar doğurtuyor.
  Evler çoğunlukla iki katlı ve daracık. Çok küçük camlı, böyle hobbit evleri işte. Tolkien’in Hobbit’leri yazaması da boşuna değil halk oldukça kısa boylu ve yuvarlak hatlı. Düşünüyorum da bu insanların dinya görüşleri de bu dar pencereler gibi mi, ama öyle olsa dünyayı yönetip sömürmeyi nasıl başarıyorlar? Akıl dediğimiz şey dar alanlarda mı yeşeriyor, yoksa yağmur sularıyla mı sulanınca büyüyor bilemedim.
  İnsanlar çalışma saatlerinin dışında mesai için 1,5 yeri geldiğinde 2 kat fazla para alabiliyor burada. Hatta özgürce mesai istemem para keyfimden mühim değil diye patronlarına, iş verenlerine rahatça hayır yapmam hakkını da seçebiliyorlar. Bu nedenle de burada hafta sonları ya da iş saatlerinin dışında hep doğu avrupalı ya da immigrant denen göçmenler çalışıyor, çalışmayı seçiyor ve bir süre sonra paranın kölesi oluveriyorlar. Herşey pahalı, evlerinin değerini bizim para birimine çevirecek olursan milyon TL'lerle karşılık buluyor,  yani ev sahibi olan herkes aslında milyoner sayılır burada.buna karşın insan emeği, insan gücü de değerli ve pahalı, her anlamda insan kavramı değer kazanmış. Ucuz mala belki biraz ama ucuz işçiliğe neredeyse rastlamanız imkansız.
  Herkes kendince bir hayat kurma çabası içinde burada. Büyük bir evin bilmediği tanımadığı sakinlerleriyle, kendine ait tek bir oda yaşam mücadesi veriyor insanlar. bir süre sonra katlanmak mümkün olmuyor çoğu için. Gençken katlanılabilir birşey bu bellki ama durum o ki büyüdükçe insan yaşadığı yerin de kendisiyle büyümesini istiyor. Kısacası tek bir odada hayatta kalmaya çalışan milyonlarca insanın yarına ait rüyalar ve hayallerle dolu bir şehir burası.
  Evini, yurdunu, barkını, sevdiklerini, ailesini bırakıp gurbette para kazanma ve yaşam savaşı vermeye çalışan her cins her milletten dünya insanı burada. Gurbetçi birçok aile çocuklarına süper medeniyet ötesi bir gelecek vermek umuduyla gece gündüz çalışıyor, mesai yapıyor, onların rahatlığı için çalışıyor. Bunlar buradaki eğitim sisteminin, sosyal düzenin herkesi kurtaracağını umuyorlar, başta da çocuklarını. Ne yazık ki, dünyanın her yerinde geçerli olan burada da geçerli sadece okulda eğitim görmüş bir çocuk eğitimsizdir aslında.
  Londra milyonlerlerin şehri, ve bu şehir lüks arabaların, bizim Boğaz varken 5 para etmez milyonlarca poundluk evleri olan korunmuş yemyeşil uçsuz bucaksız parklarla, insanın insana değmediği bir sürü suni gülüş ve soğuk merhabalarla dolu, yapay nezaket ve kırılgan ince porselen gibi görünen ama içi metal yüzlü milyonlarca insanlarla dolu. Burada “how are you” diyen hiçkimse aslında gerçekten nasıl olduğunu merak etmediğini nice sonra anlıyorsun, bunun kestirme bir güle güle anlamı taşıdığını çözdüğünde bizdeki fazla samimiyetle, onlardaki bu mesafe arasında bir yerde normal olanı dünyada bir yerde bulmak ya da bunu öğretmek gerektiğini görüyorsun.
  Londra asil ve pudralı peruk takmış bir erkek. Kendi yansımasına aşık bir Narciss. Tembel ve kırılgan, bir sürü Oblomov’larla dolu. Agresif değil ama yarasına bastığın anda seni öldüresiye ezebilecek gücte bir yapıya sahip. Hiçbir dişiliği yok bu şehrin, gerçekten maço, kaldı ki kadınları ince ve narin olmanın tam tersine şişman, kısa boylu ve çok kendini beğenmiş, fazla konuşan ne bileyim en uçuk ve en çirkin kıyafet kombinasyonlarını, en garip vucutlarda görmek burada nasip oldu. Evlilik kavramı ölmek üzere bu şehirde, kadınlar arasında tek başına annelik moda gibi birşey, nasılsa devlet onlara hemen bir yer sağlıyor mağdurlar diye, evlenmek ise pek sıra dışı ve gereksiz olarak algılanıyor. Çocukların anne tarafından ve/veya baba tarafından yarı kardeşlerinin de olması gayet rutin, kimse kimseye katlanmıyor, ilişkiler bile keyif üzerine dayandırılmış, keyfi kaçan bavulunu toplayıp gidiyor kolayca, ısacası keyif nerede ingiliz orada. Bira ve ale en sevdikleri içki, kadınlar da erkekler gibi bolca içki tüketmekten de hiç geri kalmıyorlar.Pub dedikleri birahaneleri de her iki cinsi aynı rahatlıkla ağırlamakta.
  Kültür diye satılan bu ingiliz dili burada kendince esknekliğin her türlüsünü kazanmış durumda. Bu dilin milyonlarca şivesine tanık olabiliyor rahatça insan. Hindistanlı, pakistanlı, afrikalı, ortadoğulu, fakir doğu avrupa ülkelerinin vatandaşları, polonyalılar,sadece onlar olsa bir de kolombiyalılar, filistinliler, araplar da hep burada.Ne bileyim dünyanın göbek deliği gibi bir yer burası.
  Burada insanlar  nerelisin ve hangi dindensin gibi soruları sık sık sorarlar bu da ötekileştirme ve ırkçılığa yol açıyor kanımca. Benden değilsin dost musun düşman mısın'ın kolay cevabını arıyorlar. Aslında senin nasıl bir insan olduğunla ilgilenmiyor kimse, varsa yoksa etiket yapıştırıyor ki kolayca seni bir gruba dahil edebilsin. Yani insanlar ikiye ayrılıyor has ingilizler ve diğerleri. Nasıl olur demeyin öyle, egosu büyük hintli, yıllardır burada yaşayan afrikalı bile eziktir vs. önyargıyla karşılanır kabul edilmesi, toplumla kaynaşması neredeyse ömrünü alır. Onlara ait şanlı tarihlerine de gelenek anlayışlarına da yabancısın çünkü üstüne üstlük dinin de ayrı. 
  Kendini burada doğdu diye aristokrat sayar her britanyalı. Herkes bu kültürü yüceltmeye gelmiş bir kobay gibi sanki. Benim kültürümü yücelt ki seni burada besleyeyim. Güçlü bir “ben”lik duygusu var şehirde. Ego, her yerde ve her işte, ben, ben ve yine ben diye sesleniyor her köşeden. Bayrağım satar, tişörtün üzerinde ingilizce yazılan sözler, buraya ait herhangi bir yerin resmi gururla dünya tarafından giyilir giyidirilir, taşırsın elinin altında London Eye ya da London Bridge baskılı poşeti de omuzunda,dünyayı gezdim diye övünürsün, bir de ingilizce öğrenirsin çabalarsın gece gündüz konuşursun ve herkes alkışlar seni, “aferin” derler medeniyete değip onlar gibi olmaya çalıştığın için. Garip ama yine de bir taklitçi olmaktan öteye gidemezsin işte. Düşünüyorum da kaç asırlık yaşamımız var da kendimizi bile bilmeden daha ingiliz kültürünün kölesi ediyoruz yeni kuşakları, kendi özümüzü bilmeden diğerlerine özenti yerleştiriyoruz nesiller boyu. Emek çaba kendi kültürümüzü ve kendimizi eğitmek için, sistemimizi düzeltip, halkın içinde herkesin rahat yaşayıp sevgi saygı içinde uyum içinde yaşayacağı bir yere dönüştürme çabası yerine, paraya, güce tapan, başka kültürlere hayran yetiştiriyoruz istemeden herkesi offf. Neyse ne kadar derin derin düşünüp dursam da işin içinden çıkamadım.

Londra böyle işte çamur kahvesi renkli Thames nehrinin iki yakasında kurulu, yemyeşil parklarla, bedava müzeler  ve sanat  gelerileriyle dolu, özgür bir şehir. Gerçek sanat, sanatçı ve yetenek alkışlanıyor burada. O kadar özgürsün ki hayalindeki mesleği icat edip yapabilirsin burada. İfade özgürlüğün var. Hangi dilde istersen konuşup gelişebilirsin. Heryerde bedava kütüphaneler. Çocuklar parklarda büyüyor, toprakla yeşille temas içinde. Her yerde vakıf mağzaları bağışlanan eşyalar satıyor, ikinci el giyisi mağzaları ise kanser, kalp, çocuk esirgeme gibi vakıflar için oluşturulmuş. Kullanılmayan giyisilerin, ayakkabuların, eşyaların bağışlandığı büyük kutu yerleri de mevcut. Dayanışma, insana yardım gibi kavramlar daha küçücük yaşta sosyal bilincin bir parçası oluyor. Parana göre değil, sırana ve kişiliğine göre ağırlanıyorsun burada. Burada kadınlar özgürce giyiniyor, özgürce başkaldırıyor erkek egemen dünyada. Namus kavramı mı o dürüst olmak, saygılı ve hoşgörülü olmak gibi birşey onlar için. İnsanlar evlenmiyor, güzellik kaygısı gütmüyor, herkes kendini olduğu gibi seviyor kabul ediyor. Tembellik de var. Örneğin zahmet edip başka bir dil öğrenmeyen, öğrenme çabası bile göstermeyen milyonlarca kişi ile dolu burası. Şişmanlık ya da kilolu olmak hiç sorun değil.bol çocuk yapıyorlar. Kendilerini dev aynasında görmekte üstlerine yok. Dünyayı biz yarattık, medeniyet biziz tarzı havalarından geçilmiyor. Oysa insana olan mesafeleri bayağı büyük, bakkal yok mesela, ne bileyim evin oradaya yakın kahve yeri bile yok herşey mekezde toplanmış. Hep büyük ve soğuk marketlerden alışveriş yapılıyor. Herkese ve herşeye yabancı kalmayı seçiyorlar.
 Güzel olan herşeyin yanında zıddı da mevcut çöp atanı da var, sokaklarda bağırıp çağıranı da, metroda yolda yemek yiyip artıklarını toplamayan da, insana ait herşey bu şehirde var, kimse gözünde büyütmesin, büyütmemeli de. Şimdilik benim için soğuk ülkenin soğuk insanları diye tanımlıyorum burayı. Nasıl desem benimsemek için alışmam gerekecek. Bu kadar soğukluk ve bu kadar düzen benim için isyan sebebi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder