29 Ekim 2015 Perşembe

Testament of Youth / Gençlik Ahti (2014)

Testament of Youth

Film izlemekten kendimi alamadığım doğru. Sanırım kitap okumak ve müzik dinlemek gibi, beni kendimden geçiriyor. Her film, her müzik, her kitap değil elbette. Seçimlerime dikkat ediyorum. Bilinçli, araştırılmış, tutkulu, güzel  ve değerli  seçimler yapmaya çalışıyorum.Bana bir şeyler veren, bana bir şeyler öğreten, yaşayamayacaklarımı yaşatan, yapamayacaklarımı yapan, o ana değin hissedemediklerimi hissettiren türden olmaları şart.  Tüm bunlar zaman alıyor ve zaman sahip olduğumuz en değerli şey, boşa harcanmaya gelmez, bu nedenle sık eleyip iyi seçmek gerek. Tıpkı hayatımıza aldığımız insanlar gibi. Sevgi ile kalbin en özel köşesine her birini oturtamayacaksak hayatımızda olmaları onlara da, bize de bir süre sonra acı verir hale gelir. Kalbim de, aklım da çokluk çöplüğüne dönmemeli. Bu yüzden herkese, her fikre açığım ama sevdiklerime kul köle olmaya hazır bir ruhum, kolayca sevgi ile aşkla kandırılabilen, bunların ikisine kolayca kanmaya da gönüllüyüm. Seçtiklerimin esiri oluveriyorum böylece.
Mesela kolayca güzel bulduğum bir tablonun esiri, onun ressamının hayranı, bayıldığım bir müziğin kölesi olurken onun bestecisinin büyüsünde uzunca bir süre hapsolabiliyorum. Kendimi kaybedecek kadar sevebiliyorum işte güzeli, güzellikleri, hele güzel insanları. Nasıl desem anın içinde güzel olan her şeye sonsuzluk zincirindeki bir halka misali bırakmaksızın tutulabiliyorum kolayca. O yüzden güzellik nadir de olsa karşıma çıktığında gitmesine kolay kolay izin vermem.

Bir sürü film seyrettim bu ara, ara sıra yazacağım onlar hakkında. Bugünkü konum müthiş bir savaş metaforu olan  2014 yapımı “Testament of Youth” filmi. 
Birinci dünya savaşını en iyi anlatan yazarlardan biri olan Vera Brittain’in, aynı adlı romandan uyarlanan bu film aynı zamanda  yazarın hayatından fazlasıyla  otobiyografik izler taşıyor. Ne yalan söyleyeyim bu filmden önce Vera Brittain’in adını da, eserlerini de duymamıştım.  Sinemanın bana tanıştırdığı milyonlarca yazar arasından bir diğeri oldu Vera Brittain.

Film, I. Dünya Savaşı'nın insanda bıraktığı yıkıcı acıyı anlatıyor, dayanılması güç kayıplarını işliyor. Açlığı, sefaleti, genç yaşta ölen idealist insanların ölümünü çarpıcı bir dille ve görsellikle anlatmış, filmin ikinci yarısı inanın seyretmekte zorluk çekeceğiniz ağır sahnelerle dolu. İki saati geçkin süre boyunca genç, asi ve zeki bir genç kız olan Vera’nın hayata bakışı, umutları, beklentileri  üzerine gelişirken birden bire ortaya çıkan savaşın etkisiyle bölünür, paramparça olur. Hayat, o andan itibaren bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır. Vera'nın yaşadıklarında, o dönemde herkesin karşı karşıya kaldığı acı ve umutsuzluk, anlamsızlık, çaresizlik duygularıyla yüzleşiyor seyirci. Bu film Vera ve onun gibilerin yitirdikleri umutlara,yaşama coşkusuna, ben olamadan gidenlere, savaşta yitirilen babalara, kardeşlere, aşklara, insanlığa bir görsel ağıt. Savaşla birlikte, filmin ilk yarısına hakim olan asalet, zenginlik, güzellik, ikinci yarıda sönüp yok oluyor. 

Ülkeyi koruma idealiyle yanıp tutuşan o genç yüreklerin aslında savaştıkça, savaşın anlamsızlığında birer kurbana dönüşüp, savaşın yok ettiği birer yeşerememiş ağaç, birer sönmüş yaşam kaynağına döndükçe seyirci de paramparça oluyor..
Aile içinde 18’ini  yeni doldurmuş gençlerin savaşa gönüllü katılmalarının verdiği  acı, her gün yayınlanan gazetedeki yüzlerce ölen gencin isminin yayınlanması ve çekilen açlık ve sefaletle birlikte savaşın insan doğasına, insanın yaratıcılığına olabilecek en aykırı şey olduğunu bir kez daha anlıyor, görüyor, pekiştiriyor insan. Savaş aşkın her halini yıkıp yağmalıyor, aile aşkı, kardeş aşkı, sevgili aşkı...

Aşk acısı, savaş acısı, kaybetme, ölüm, savaşın iğrenç yüzünün ve geriye sağ kalanların üzerindeki tamir olamaz, yıkıcı, can parçalayıcı etkisinin bir yansıması bu film. Zaman zaman savaş sahnelerine gözünü kapatıp, gözyaşlarını tutamadığın, seyredilmesi güç bir filme dönüşüyor Testament of Youth.

İnsanlığın barış adına, huzur adına savaşarak ödediği, gereksiz ağır bedelleri üzerine bir film bu. Her savaş gibi bu da bittiğinde geriye yetim çocuklar, dul genç kadınlar,gözü yaşlı ana babalar, binlerce sakat insan, milyonlarca ölü bırakır . Milyonlarca paramparça olmuş yaşam, boşu boşuna heba edilmiş gencecik yaşamlar.Kan kokusu ve tedavi olmaz derin acılar.

Filmdeki Vera ve Roland'ın romantik, asi, tutkulu ve derin aşk görülmeye değer.


Oyuncuların tümünü oldukça başarılı buldum, her biri karakterin içine girebilmiş, bize onların duygu dünyaslarını yansıtabilmiş. Başröldeki Alicia Vikander abartısız Oscarlık bir performans sergilemiş, kendisini Ex-Machina filminde de çok beğenmiştim. Hatta abartısız söylüyorum geleceğini oldukça parlak buluyorum, inanın o hiç sevmediğim, soap opera kızı Jennifer Lawrence’a bin basar.

Savaş mı istiyorsun, istersen bu filmi bir kez seyret sonra tekrar konuşalım. 
Barışın hiç bitmediği bir dünya için gece gündüz duacıyım.

9 Ekim 2015 Cuma

René Magritte ve Les Amants II

Çoğunuzun “ Ceci n’est pas une pipe” (Bu bir pipo değil) adlı tablosu ile tanıdığı Belçikalı sürrealist ressam Magritte’in en sevdiğim çalışması Les Amants II ( Aşıklar II)’dir .

Resimde yüzleri örtülü öpüşen bir çift görüyoruz. Bu örtüler aslında ilk başta tuhaf ve rahatsız edici görünüyor olsalar da, benim için aşkın ürünü olan hayal gücünü önemini simgeliyor.  Örtülerin neleri simgelediği konusunda çeşitli varsayımlar var:


- aşıkların birbirlerini görmeden sevdikleri
- birbirlerini tanıdıklarını fakat birbirlerini sevmek için görmeleri gerekmediği
- görmenin sevmek için mühim olmadığı
- mutlu yaşamak için gizli yaşamak gerektiği

gibi anlamlara gelebileceği düşünülüyor.
Ressamın görünen ile görünmeyenin arasında daima bir oyun olduğunu vurgular, her görünenin ardında gizli kalmış görünmeyen şeylere dikkat çekmek için bu örtüyü kullanıyor. Kendisinin de söylediği gibi “Gördüğümüz her şey başka bir şeyi gizliyor, her zaman gördüğümüzün ardında gizlenmiş olanı görmek isteriz”
Ressam 13 yaşındayken annesinin intiharı ile sarsılır. Kadının vücudu nehrin kıyısına vurmuş bulunduğunda, üzerindeki  geceliğinin yüzünü bu şekilde örttüğünden dolayı ressamın bu imgeyi kullandığı da söylenir.
III ve IV’te aşıkların yüzleri açık ama erkeğin vücudu çizilmemiş, sanki havada süzülüyor gibi çizilmiştir. Aşıklar I’de çift öpüşmüyor, yan yana duruyor , erkek dominanttır ve kadını kendine çekmiş sanki bir objektife poz veriyorlarmış gibi resmetmiştir.




Bana kalırsa örtü merak duygumuza bir eleştiri, gizli olanı hep öğrenme çabamıza bir tokat.Bir el silah atışı gibi, bir akla durgunluk. Bir sorgulama, neden? Niçin, ne gerek var bu örtülere? Belki de ressam annesinin ölümünü çözemediğinden ve neden intihar ettiğini öğrenememenin verdiği etkiyle bu sembolü kullanmıştır. Belki de bize basitçe örtünün ardındakini asla tam olarak bilemeyeceğimizi ve bize anlatıldığı, söylendiği, aktarıldığı ya da kendi anladığımız kadar bir şeylerin ardına geçebileceğimizi söylemek istiyor. Belki de basitçe bize “Ne kadar bilirsen bil, anlatabildiklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır…” sözünün resmedilmiş halini sunuyor.

Oysa hepimiz örtmüyor muyuz en dipteki gerçekleri,hisleri, düşünceleri, en başta da kişiliklerimizi? Kime karşı ne kadar dürüstüz? 

Gözler ve yüz kaybolduğunda insanın kendisi de mi kayboluyor? 

Bir koan yaratamadım, her sorum bir cevap ve her cevabım onar soru daha doğuruyor. 
Sonuçta sanatın güzelliği tam da burada, senin gördüğün benim gösterdiğim şey değil, yani en basit haliyle " Ceci n'est pas une pipe"


P.S: Aşıklar II Jonathan Baumbach'ın 1990 yılında yazdığı " Separate hours" adlı romanın kapağıdır, 


ve Aşıklar I  2006 yılında Colm Toibin'in yazdığı Mothers ans sons adlı kitabın kapağı olmuştur

Bilgilerinize sunulur.

5 Ekim 2015 Pazartesi

Sonbahar

Her yer rengarenk şimdi, adım attığım tüm yollar, ondaki tüm ağaçlar, bitkiler benim için süslü elbiselerini giyimiş. Etrafımda elele kocaman bir çember oluşturmuş her biri. Uzun uzun bakıyorum, düşünüyorum ve anlamıyorum, bana sunulan bu tadına doyulmaz şenliğin tam da kalbinin ortasında ne işim var benim? Kendime çimdik atıyorum, gerçeğin ta kendisini yaşıyorum. Sonsuz bir neşeyle doluyorum .Çocukça koşuşturup, yere sere serpe uzanmış yaprakları uyandırıp benimle dans etmelerini sağlıyorum.



Yine yeniden yaşamın bu muazzam renklerine tanık olabilmenin, umutulmuş, unutturulmuş bu sonsuz mutluluk kaynağına dokunabilmenin sarhoşluğunu yaşıyorum. Ayılmak istemiyorum buradan, bu başdöndürücü güzelliğin esareti sonsuza dek sürsün istiyorum. 
Doğa rakibi olmayan bir yaratıcı ve yeryüzünde onu katledebilen tek canlı insan. 
Anlamıyor insan, anlamak da istemiyor, bilmiyor, düşünmüyor hiç mevsimlerin tadı, sonbaharın tadı sadece doğanın korunduğu, ağaçların büyümesine izin verildiği yerlerde çıkarılabileceğini.