28 Mayıs 2013 Salı

Seven Years in Tibet

Seyretmediğim filmlerin arasında Tibet’te yedi yıl vardı, geçen gün onu izledim. Brad Pitt öyle genç, öyle toy. Erkeğe bile çok benzemeyen bu çocuksu hali komik göründü bana. Gel gelelim oyunculuğuna: berbat, hiçbir şekilde rolüne girememiş, konuşması dahi bozuk, aksan berbat , ikinci sınıf bir aktörü seyrediyormuş hissine kapıldım.
Hayatla ilgili pek de değerli mesajlar vermeyen, veremeyen boş bir film olmuş Seven Years in Tibet. Ara ara uzun süren manzara çekimleri bayıyor, dağa tırmanma sahneleri amatörce çekilmiş. Dalai Lama ve Tibet hakkında hiçbir şekilde değerli bir bilgi vermediğinden film doyurucu olmayan bir yapım olmuş. Yönetmen garip bir şekilde Tibet insanını yabanı ve herkese düşman göstermiş. Hiçkimseyle ilişkisi olmayan , dünyadan kopuk bu halkı  ironik bir biçimde perdeye yansıtılmış. 




Çin’in Mao döneminde Tibet’i istila etmesi ve 1 milyon kişi katletmesi gerçek bir canilik ama filmin sonundaki bir iki cümleye kadar konu tam anlamıyla geçiştirilmiş.
Filmin konusunu özetleyeleyecek olursak şöyle: uçarı, havai ve dizginlenmez bir egosu olan Heinrich Harrer (Brad Pitt ) çocuk sahibi olmak istemez ve hamile karısın terk edip Himalayalara tırmanmaya gider. 
Ne yazık ki bu adam film boyunca yani dağa tırmanırken, sonra tutsaklık evresinde ve daha sonra da Tibet’in Lhasa kentinde kaldığı yıllarda pek bir gelişim göstermez. Ego aynı ego, kişlik bir adım ileri gitmez. Dalai Lama ile dostluğu da yapay ve bir çocukla yabancı bir yetişkinin dostluğunun ötesine gidemeyecek boyutta. Eşinin ondan boşanmak istemesi ve oğluna yazdığı mektuplarda oğlunun onun babalığını reddetmesi egosuna iğne değil binlerce igneler batırsa da, o dediğim dedik ve istediğini yapmaktan vazgeçmeyen, vazgeçemeyen biri.

Çin’in Tibet’i işgalinden sonra ülkesine dönen Brad Pitt, doğal olarak oğlunu görmeye gider, filmin son sahnesinde oğlu ile tırmandığı dağa Tibet bayrağını diker.
Ne yazık ki film benim için zayıf konu, zayıf tema ve zayıf oyunculuktan dolayı tam bir zaman kaybı, bir Hollywood klişesi olmaktan öteye gidememiş bir film.
Seyretmeseniz hiçbirşye kaybetmiş sayılmazsınız.

P.S: Filmin konusu gerçek bir hikayeden uyarlama ve Heinrich Harrer adlı dağcı, coğrafyacı , gezginin ve yazarın yaşamından bir kesit sunmakta.



20 Mayıs 2013 Pazartesi

AİLE


İnsan belli kültürel, coğrafik ve etnik değerler içinde doğar. Tüm bunları seçme şansına da sahip değil.  Kimileri zengin kimileri fakir, kimileri mutlu kimileri mutsuz ailede doğar.
Ailede başlayan yaşantı, daha sonra okul hayatı ile şekillenir ve iş hayatıyla da kendini tamamlar.Yaşam tecrübesiyle de kişi kendisi olur. Yine de değerler her zaman gelişir ve yıllar içinde değişir. 20’li yaşlardaki insanın değerleri ile 30’lu, 40'lı vs  yaşlardaki birinin değerleri arasında mutlaka fark vardır.
İşin içginç tarafı insan kendisi bile bu milim milim değişimi bir türlü farkedemez.
Bir insan için en önemli şey ailesidir.Dünya ve değerlerle ilk teması orada başlar.
Temel kişilik taşları da burada yerleşir ve ilerideki “ben”in kaba taslağı burada yapılandırılmış olur.
Dünyanın hiçbir yerinde insan kendini ailesinin yanındaki kadar rahat, başarılı ve iyi hissetmez. İnsanın yaptığı pekçok şey ilk önce ailede değer görür daha sonra arkadaşlarla paylaşılır.Sonrasında belli bir kitleye, daha sonra da sosyal dış çevreye yayılır.

Aileyi de bu kadar değerli kılan şey kabullenme yeteneğidir. Herkesin farklı olmasına izin veren sevgi dolu bir ortamsa aile insan gelişir ve geliştirir.Ailede dayanışma, zorluğa dayanma, sevme, eğitim, kendini bulmayı ve daha birçok şeyi öğrenir insan. Burada başlar gelişim. İnsan olmayı birey olmayı burada öğrenir insan. Değerli olduğunu burada hisseder insan. Ailede zamanında gerekeni bulamayan insan, sosyal olarak kayıp bir vakadır.


Ailesi ile bağlarını sürdüren, bugün kim olduğunun yolunu açan bu insanlarla iletişimini koparmayan insan ve aile bireylerinin her birini olduğu gibi kabul eden insanlar daima gelişebilecek ve daima mutlu olacaklar.

17 Mayıs 2013 Cuma

Bencil ve yalnız insanoğlu

   İnsan ilişkileri her daim zorlu olmuştır. Herkes karşısındakini şekillendirmek, ona kendisi biçim vermek istiyor ve ne yazık ki insan karşısındakini olduğu gibi kabullenmeye bir türlü yanaşmaz.
   En tehlikeli insan türlerinden biri cahil ve kendini yeterince geliştirememiş olanlardır. Onlar her daim aynı yerde sayarlar ve sürekli kendileriyle veya diğer insanlarla meşguldürler.  Bu cinse bir de boş gezenin boş kalfası olanlarını da eklemek gerek. Nerede bir aykırı vukuat olduysa daima işsiz güçsüzlerin arasından çıkmıştır.Bu son cins devamlı bir işleri olmadığından disiplinin ne olduğunu süreç içinde unuturlar ve kendi hayat bakışlarını en doğru ve en ideal olarak kabul ederler. Kendilerini sorgulamaz, kendilerini denetlemezler, egoları o denli güçlüdür ki karşı tarafın tepkilerinin nedenini sorgulamaz ve kabul etmezler. Bu insanlar sürekli sıkılan, kendilerinden dahi bıkan, uzun süre aynı mekanda kalmaktan daralan, yapacak birşey bulamadıklarından başkalarına sataşanlardır. Karşı tarafın maddi manevi şartlarını önemsemzler ve başlarına kendilerince uygun zamanda ekşimekten hiç çekinmezler. Her daim kendilerini düşünmek ve kendi keyiflerini yerine getirmek birinci öncelikleridi. Karşı tarafla empati kurmazlar ve kendilerini o kadar değerli görürler ki sürekli kendilerini verici sayarlar. Bu insanlar bir nevi kan emicidir: vaktinizi, emeğinizi, gününüzü, gücünüzü harcarlar, sizi sıkıp boğarlar. Tek düşündükleri gününü gün etmektir, yemek içmek eğlenmektir. Siz onları doyurup ağırladığınız sürece sizden iyisi yok ama bir şeylerine “hayır, dur’” dediğinizde de sizinle alışverişleri bittiğinden, çıkarlarıyla uyuşmadığınızdan alınıp kavga çıkarıp, küskünlük yaratırlar. Tek bildiği nakarat karşısındakinin sahip olduğu kusurlardır.
 

   Gerçek kişi başkaları için şekil şemal, karakter değiştirmeyen kişidir. Olduğu gibi, dürüst ve yeri geldiğinde de bencildir. İnsan doğası gereği bencildir zaten. Menfaatlerinizle uyuşmayanlar ne yaparsanız yapın eninde sonunda sizin hayatınızdan çıkarlar, ite kaka ilişkiler sürmez. Bu nedenle herkesi olduğu gibi kabul etmek ve hayatına o şekilde devam etmek en idealidir, kusurlarıyla kabul etmek ise herkese nail olan bir yetenek hiç değil. İnsan herkesin beklentilerini karşılamak zorunda değildir yoksa kişiliği bozulur, ikiyüzlü ve karaktersiz olur, kendinden ve doğrularından vazgeçen kişi mutluluğa ve huzura en uzak kişidir.

   Yaşla birlikte gittikçe yalnızlaşan insan, bencilliği ve karşı tarafın beklentilerini karşılamaya yanaşmadığı için daha da yalnızlaşır. Yaşam insanın sabırını ve tahammülünü sınar,  insan için değerler değişir ve gelişir.
   Bu dünyaya yalnız gelen insan bu dünyadan da yalnız gidiyor. Sosyalleşmede beklentiler karşılanamadığından dargınlıklar diz boyu artar ve sonuç daima aynı kalır: İnsan eninde sonunda yalnızdır.

7 Mayıs 2013 Salı

Demian - Herman Hesse

Geç okuduğum kitaplardan biri Demian. Herman Hesse’nin bu eserini gençlik yıllarımda okumuş olsaydım bana çok daha fazla katkısı olurdu diye düşünüyorum. Hesse, romanı 1919′da “Emil Sinclair” takma adıyla yayınlamıştır fakat daha sonra yazarın Hesse olduğu ortaya çıkmıştır. Hesse tam bir Nietzsche ve Schopenhauer aynı zamanda da  doğu mistisizmi hayranı, kitaptan da bu etkiler rahatça anlaşılıyor.

Kitap Emil Sinclair adlı gencin kendini arama yolculuğunu anlatıyor. Roman gençliğin, toyluğun  betimlemesi ile başlıyor ardından gelen boşvermişlik ve yaşanan hayırsızlık döneminden sonra bir anda başlayan aydınlanma ve bilinçlenme yolculuğu ile devam ediyor. Gençlikteki dar çerçeveli hayat görüşünün yıllar içinde nasıl da genişleyip büyüdüğünü anlatıyor. İnsanın kendine giden yolun, ne derece zor ve ne derece sancılı olduğu, roman boyunca bize sürekli hatırlatıyor yazar.
Demian, bir iç hesaplaşmanın romanı, insanın yaşamı boyunca süren derin yanlızlığının itirafı, insanoğlunun özlemini çektiği dostluğun betimlemesi. Hayatın özünde de  tıpkı insanın özündeki iyi ve kötünün harmonisi hakim.

Çocukluk yıllarında ailesinin yanında cenneti ve mükemmeli yaşayan Emil, dışarıda doğru olarak öğrendiği ve bildiği herşeyin zıddıyla karşılaşır. Büyümek onu  yetiştiği cenetten koparır. Yatılı okulda birçok “doğru” omayan şeyi dener ve yaşar. Bu bir üst aşamaya geçmek için verilen bir sınavdır. O sınav aşamasında takılıp orada kalan binlerce insan var. Sadece zorluğuna rağmen bir üst aşamaya geçmek isteyenler o sınavı verebilir. Onlar başkasının dayatmasıyla ya da emriyle değil öz isteği ile bunu aşabilirler. Sinclair de onlardan biridir.
Bu kitabında bir kez daha Hesse’nin insan karakterinin ve tiplemelerini analiz etmede ne kadar usta olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. İkinci derecede bir karakter olan Kromer’in çocukların dünyasında her kültürde ve her dönemde rastlanabilecek kişiliklerdendir. Saf, iyi niyetli ve kurallı yaşayanların küçük hatalarını kendi lehine çeviren, tembel, kolay yoldan kazanç sağlama peşinde olan biri Kromer. İnsanların zayflıklarını çok iyi kullanmayı bilen aynı zamanda da heran kaba kuvvete çekinmeden başvurabilecek ve çıkarı için ezmeyeceği küçük ve saf insanları parmağında oynatan bu tipler ne kadar da tanıdık.
Max Demain ise rastlaması güç, zor bulunur bir dost, hayal edilen ve istenilen bir ruh ikizi adeta. İnsanın bilinçenmeye giden yoldaki iç sesinin kitapta cisim bulmuş hali. Bilmek, sorgulamak ve araştırmak gibi insan zekasını geliştiren etkinlikleri dürten, insanı daha çok bilmeye, analiz yapmaya, düşünmeye iten bir dost.
Bize dayatılanı, kesin doğru olarak verileni sorgula, diye basbas bağırıyor kitap. Ara kendini, ara ve bul hayatının anlamını diye haykırıyor adeta. Kimsin sen, ne istiyorsun, nesin sen diye sürekli içimizi kemiriyor her cümlesiyle Hesse. Okuyun ve okutun çünkü eşsiz tadına doyamayacaksınız.

Kitaptan alıntılar:

 “Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda, kimi biraz daha gözü açık, kimi biraz daha gözü kapalı. Herkes kendi doğumuna ilişkin artıkları, bir ilkçağ dünyasının sümüksü cismini ve yumurta kabuklarını sonuna dek sürükleyip oturur kendisiyle. Kimileri vardır, hiçbir vakit insan aşamasına erişemez, kurbağa olarak, kertenkele olarak, karınca olarak kalır. Kimileri ise vücutlarının yukarısıyla insan, belden aşağısıyla balıktır. Ama her insan doğasının insan doğrultusunda bir yaratısıdır. Çıkıp geldikleri kaynak ise ortaktır hepsinde: anneler. Hepimiz aynı derinlerden çıkıp geliriz ama bir taslak, derinliklerden çıkıp gelen bir yaratık olarak her birimiz kendi öz amacımıza varmak için uğraşıp didiniriz. Birbirimizi anlayabiliriz ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz.” 

“Gelgelelim, gerçekten yaşayan bir insanın ne demek olduğu günümüzde her zamankinden az bilinmekte, her biri doğanın değerli ve bir kezliğine denemesi sayılacak insanlar, yığın yığın kurşunlanıp öldürülmektedir. Eğer bir kezliğine insanlar olarak daha fazla değer taşımasaydık, içimizden her biri bir filinta kurşunuyla gerçekten saf dışı edilebilseydi, yaşamöykülerini kaleme almanın hiçbir anlamı kalmazdı. Ne var ki, her insan yalnız kendisi değil, ayni zamanda bir kezliğine, tamamen kendine özgü, her bakımdan önemli ve dikkate değer bir noktadır. Öyle bir nokta ki, dünyanın tüm olayları kesişir burada; bir kezliğine, bir daha asla yinelenmeyecek bir kesişimdir bu. Dolayısıyla her insanın öyküsü önemli ve dünya durdukça yasayacak Tanrısal bir nitelik taşır, her insan yasadığı ve doğasının istemini yerine getirdiği sürece olağanüstüdür, her türlü dikkate ve ilgiye layıktır. Her insanda ruh bir ete, kemiğe bürünmüştür, her insanda bir canlı acı çeker, her insanda bir Kurtarıcı çarmıha gerilir. “

''İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca. Neden böylesine güçtü bu?''

"Çok konuşuyoruz. Bu zekice konuşmaların hiçbir değeri yok, hiç yok. İnsanı kendi kendisinden uzaklaştırır, o kadar. Kendi kendinden uzaklaşmak da günahtır. Yapılması gereken, insanın tıpkı bir kaplumbağa gibi, kendi içine girip yerleşebilmesidir."
“Bazen anahtarı bulduğumda ve kaderimin karanlık bir aynada uyuduğu özüme doğru derinlemesine tırmandığımda, kendimi görebilmek için yalnızca aynayı bükmem gerekiyor…”
“Kuş yumurtadan çıkmaya çalışır. Yumurta dünyadır. Her kim doğmak isterse, önce dünyayı yok etmelidir. Kuş tanrıya uçar. Tanrının adı Abraxas’tır.”