16 Aralık 2014 Salı

Ağırlık

“Kelimeler, silahlardan daha güçlüdür. Düşmanlarımızın silahlanmasına izin vermiyoruz. Neden konuşmalarına izin verelim?” diyen Stalin’lerin hala hüküm sürebildiği bu dünyada kısıtlı ve taraflı “düşünce özgürlüğünden” söz edebilir ve ancak aynı oranda “ifade özgürlüğünün” varlığından bahsedebiliriz. Ne yazık ki söylenen ve yazılan onca sözün sadece söz olarak kalması varolmanın dayanılmaz ağırlığı aslında…

10 Eylül 2014 Çarşamba

La Grande Bellezza / Muhteşem Güzellik


Bu yıl seyrettiğim en güzel filmlerden biri "La grande Belezza" yani "Muhteşem Güzellik". Özgün bir baş yapıt, çünkü insanı konu alırken hayatın anlamını seyirciye görsel bir Roma ziyafeti eşliğinde sorgulatıyor. Sadece 44 yaşındaki yönetmen Paolo Sorrentino’nun bu son filmi eski italyan sinemasına da bir saygı duruşu ve bir alkış niteliğinde. Filmi seyrederken Fellini'nin "La Dolce Vita "sını hatırlamamak ne mümkün. 


Film Céline'den alıntı ile başlıyor: "Seyahat etmek yararlıdır, hayal gücünü geliştirir. Geriye kalan her şey hüsran ve angaryadır."
Seyirci daha ilk dakikada kültür ve sanatın başkenti Roma'da, şehrin görkemli geçmişine ait, sonu gelmez tarihi eserleri ve myth'leri ile başbaşa kalıyor. Film "Roma veya Ölüm" adlı heykelin önünde başlıyor, orada bulunan turistlerden biri Roma'nın güzelliği karşısında kalp krizi geçirip ölüyor. Hayat ve ölüm, güzellik ve varoluş kavramlarının sorgulanmasi  daha ilk dakikada başlıyor.
La Grande Bellezza çok etkileyici bir sinematografi ile çekilmiş , çünkü seyrederken insan kendini seyirci olarak değil de filmde yaşayan biri olarak hissediyor, film sanki seni içine alıyor ve sen bir anda kendini Roma sokaklarının birinde gezinirken buluveriyorsun, oradaki parti mekanlarında veya şehrin gürültülü mekanlarından birindeymişçesine  filme dahil oluyorsun. Film seyirciye Roma yolculuğu boyunca sokakların, eserlerin, müzelerin görkemini sunarken aynı zamanda hayatı ve neredeyim kimim'i sorgulatıyor. 


Roma'nın baş oyuncu olduğu filmde yönetmen bu büyük şehirdeki günümüz medyasına, ünlülere, aristokratlara, yazarlara, oyunculara, entellektüel camianın yaşamına  göndermeler yaparak eleştiriyor. Roma, o müthiş görkemi içinde barındırdığı yaşamların çeşitliliği ve uzaktan hoş görünen, ulaşılmaz görünen o göz kamaştırıcı hayatın içinin ne kadar da boş olduğunu, kişilerin anlamsız vakit kayıplarını, zaman öldürmelerini gözler önüne seriyor, yalanların, sevgisizliğin, ikiyüzlülüğün, egoizmin hüküm sürdüğü bu şehirde gereksiz kalabalığın içindeki insanın özünde var olan derin yalnızlığını gözler önüne seriyor. Filme konu edilen sanat eserleri, atıfta bulunulan her yazar, heykeltraş, mitolojik kahraman yönetmene göre  bir şekilde insana insanın kendisini anlatmaya çalışmış, mesajlar vermiş ama ona ulaşamamış ve insanın yüzyıllar sonra da kendi zaafları ve tutkularının esaretinde, nefsine yenik düştüğünü an ve an farklı birçok konu olan hayatlarda yeniden izliyoruz. 


Ego'nun beslenmesi ile insanların yalnızlığının paralel olarak artması ve sonunda  bir masanthrope'a dönüşmesini ironik bir bakış açısıyla baş kahramanlardan Jep Gambardella karakteriyle önümüze sunuyor Sorrentino. Filme konu olan her yaşama hafifçe dokunup kaçıyor yönetmen: tek kitap yazmış 65 yaşındaki gününü gün eden hedonist yazar, gazeteci Jep, 42 yaşında hala stripiz yapan Ramona, para için toplantılara katılan aristokrat karı koca, ünlenmek isteyen bir sürü başı boş insan, milyonlar kazanan bağıra çağıra anlamsız resimler yapan öfkeli mutsuz çocuk ressam, kardinal olmak isteyen ama temel bazı insani soruları bile cevaplandırmaktan aciz rahip, 104 yaşındaki kök yiyen rahibe, başarısız ama yazmaktan yılmayan, seçtiği kadın tarafından sürekli reddedilen yazar. Tüm bunlar  sonsuz bir insan panayırı sunuyor bize ve her birinin kendi dramında yanındakini anlamadan ve anlamak istemeden, birbirilerine tepeden bakarak yaşayan ama yine de bir arada süren yaşamlara bir eleştiri bu film. Yönetmen zekice kurgulanmış hikayede, şiirsel bir anlatımla bizi Jep'in geçmişine ve şimdisine konuk ediyor ve filmin en zevkli yanı yönetmenin olayları yorumsuz bırakması, seyirciyi özgürleştirip, ona ve onun algı ve yorumlamasına herşeyi teslim etmesi.


Jep, 65. yaş gününde kendi geçmişiyle ve şimdi sahip olduklarıyla karşı karşıya gelip yüzleşir. Parayla sahip olabileceği neredeyse herşeye sahip olan bu adamın hayatından memnuniyetsizlikleri ve pişmanlıklarını görüyoruz. 35 yıl önce sevdiği kız tarafından terk edilen Jep, onun ölüm haberi ile sendeliyor. Kızın öldüğü gün aslında hayatı boyunca onun tarafından sevildiğini öğrenmesi üstünü örtüp geçiştirdiği ama derinden sevdiği bu kızın da gençlik yıllarında neden onu terk ettiğini sorgulamaya ancak başlar, kadının öbür dünyaya göç etmesinden sonra bunun cevabını arar Jep ama bunu asla öğrenemz çünkü sormak için fazlasıyla geçikmiştir. 



Dışardan ünlü, zengin bir insan gibi görünen bu adam bir yalnızlık anıtı gibi filmin her sahnesinde karşımızda dikiliyor. Gambardella ve yitirdiği, uğruna savaşmadığı aşk, sorgulamadığı hayatın sonunda, onu kendisine dahi katlanamayan birine dönüştürmüştür. Kendi evinde verdiği partide yitip giden yaşamını, heba edilmiş ömrünü hiç bir yere giymeyen tren ile de çok net ifade edilmiş: "Italya'daki en iyi trenler bizde neden biliyor musun? Çünkü hiçbir yere gitmiyorlar." 




Jep hep aynı yerde saymıştır, yol almamış ve gelişmemiştir aslında. Oysa asıl güzellik, asıl yaşam, asıl hayatın anlamı hep orada bir yerdeydi, kendisi onu görmemeyi tercih etti, bunu fark ettiğinde de artık 65 yaşındaydı ve etrafındaki herkes teker teker onu terk ediyordu.



Aile sahibi olmanın, sevmeyi seçmenin, köklerin ve ailenin önemi de iyi vurgulamış yönetmen, aile olmanın, çocuk sahibi olmanın aslında kökleri beslediğini açık ve net ifade edilmiş filmde. İlginç karakterlerden biri olan 104 yaşındaki rahibenin 40 yıldır sadece kök yemesi ve köklerin önemini anlatması bu yüzden, çünkü hayata kök salmak gerek, bir şeyin kökü olmayı başarmak gerek.



Geçmişle yüzleşmemek, onunla barışmamak, zamanında atılması gereken adımları atmamak insana birçok kayıplar yaşatıyor ve kalp bir yaştan sonra kurak bir toprağa hatta sevgi ekilemez bir çöle dönüşüyor, bu yüzden bir bu kadından bir o kadın arasında geziniyor ama bir türlü köklenemiyor.
Garip ama gerçektir ki filmin en insani yönü ne partiler, ne de kazanılan şöhret ve paralar, yine sevgi, yine aşktır. Jep'in ilk aşkını unutamaması bu insanlara tepeden bakan katı adamın bir zamanlar sevdiğini, hayalleri olduğunu gösteriyor, cesaretsizliği, inadı ve sorgulanmamış kayıpların hep üstü örtülü kaçmış olduğumuz geçmişin bizi nasıl katılaştırdığını ve kimsesiz bıraktığını anlatmış. 



Yazar arkadaşı bile 40 yıldır Roma'da istediği hiçbir şeyi bu büyük şehirde bulamadığını ve alamayacağını anlayıp "evine", "köklerine" dönmek istemiştir, katı ve ilgisiz ve sürekli tavlamaya çalıştığu son sevgilisi de bu büyük şehirdeki pişmanlıklarla dolu yalnız ve sert, çıkarcı ve bencil insanların başka bir simgesi gibi...



65 yaşındaki Jep Gambardella'nın partisindeki bu zevk ve sefa panayırında uyuşturucuya ve uyarıcılara ihtiyaç duyan, onlar olmadan haz alamayan bir eğlence topluluğunun varlığı da apayrı bir estetikle sunulmuş bir tezat bize. Kendilerinden sıkılan, oldukları gerçeğine katlanamayan bir insanlar ordusu var karşımızda...
Ve insan daha iyi anlıyor hayatın anlamını, çünkü anlamlı olan hayatı bir güzelliğe ulaşmak için harcamak değil, harcanın hayatın içindeki güzelliklere tutunup orada kök salamaktur.
Filmdeki müzikler işlenen tema ile çok iyi örtüşmüş: Arvo Part’ın ruha dokunan klasik müziğinden Bob Sinclar'in disko şarkılarına kadar hepsinin misyonu doğru verilmiş. 
La Grande Bellezza komik, derin, edebi, felsefik, karmaşık ve ironik bir insan dramı aslında. Italyan sinamasında bir baş yapıt olmaya aday. Filmdeki din eleştirisi de cabası, gösterilen her rahibe kıyafetlerinin içinde hapsedilmiş kendi olamamış korkak bir ruh gibi. Demir parmaklıklar ardında,insanlardan uzak ve kalın duvarların arkasında verilen  din eğitimini özgürlük ve mutlulukla ne kadar alakalı olabilir? Aciz insanlara umut ve yalan satan şarlatanların birkaç dakikada binlerce euroyu cebine indirmeleri aslında gerçekten ruhu yaralı insanların dışını tedavi ederken, içlerindeki kanamanın onları  ölüme ne kadar yakın olduklarını görüyoruz. 
İnsan aslında hep aynı, binlerce yıldır söylenen yazılan çizilen hiçbirşey ve gönderilen hiçbir peygamber insanı kendisinden kurtaramamıştır. İşte böyle bir insan paradı sunuyor bize Sorrentino.Kendin olma yolunda hayatındaki güzelliklere sarıl esas güzellik orada çünkü.
La Grande Bellezza bir yaşanmışlık ve yaşanmamışlıklar filmi, pişmanlıklar ve geçmişle yüzleşme filmi, hayatı sorgularken ve varoluşumuzu değerlendirirken geç kalmamayı öğütlüyor bize. Kendini gerçekleştir ama köklerini sulamayı unutma.

27 Mayıs 2014 Salı

Acı

Sessizce çığlık atıyorum
Hiç kimse beni duymuyor
Ne acı

Kaybolmuş
Hayatın anlamı dipsiz bir kuyunun içinde
Ne acı

Gitmiş
Sevdiğini bırakmış biri
Ne acı

Hayatta kalmak
Bu anlamsızlığın içinde
Ne acı.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Yazdığım masal "Gerçek Hazine"

                                                      Gerçek Hazine
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde kasabanın birinde Paolo adında yakışıklı, güçlü, çalışkan ve yaptığı her işte çok başarılı olan bir genç yaşarmış. Bu gencin küçüklüğünden beri tek hayali, kasabanın en güzel kızı olan Anna ile evlenmekmiş. Anna’nın babası çok açgözlü biriymiş ve tek amacı kızını ne olursa olsun zenginliğine zenginlik katacak biriyle evlendirmekmiş. O zamanlar yörede bir söylenti dolaşıyormuş, kim ki Asati  Dağı’nın doruğuna çıkar ve oradaki en yüksek ağacın tepesinde yuva yapmış gökkuşağı rengindeki kuşa ait altın yumurtanın sahibi olursa zenginliğine zenginlik katacaktır.
Bir gün, Anna’yı evlendirmek isteyen babası, kızını kiminle evlendireceğini açıklamış:
- Kim ki, Asati Dağı’nın tepesindeki altın yumurtayı getirirse kızımı onunla evlendireceğim! –demiş.
        Bunu duyan Paolo hemen düşmüş yollara. Zorlu yolculuk günlerce sürmüş. Paolo nehirler geçmiş, tepeler aşmış, yol geçmez ormanlarda yol almış ve nihayet Asati Dağı’nın eteklerine ulaşmış. Tepeye bakmış ve kendi kendine: “Çok kolay, bunda büyütecek ne var ki, rengarenk bir kuş ve onun altın yumurtası.”  diye düşünürken önüne bir mağra ve mağranın önünde de yaşlı bir kadın belirmiş.
-  Merhaba genç adam - demiş kadın. Sen de mi altın yumurtanın peşindesin?diye sormuş.
Paolo şaşırmış. Kadın devam etmiş: “Senin gibi nice delikanlılar bu tepeye çıktı ama hiçbiri bu dağdan bir daha çıkamadı. Sana yardım edebilirim istersen. Ama kaşılığında senden bir şey isteyeceğim”- demiş.
Anna’ya olan sevgisi öyle büyüktü Paolo dile benden ne dilersen demiş.
Yaşlı kadın devam etmiş:
- Dönüşte sana şimdi soracağım sorunun yanıtını vermen gerek, doğru cevabı veremez isen
diğer gençler gibi sonsuza dek bu dağda kilitli kalacaksın.
-Olur, demiş Paolo.  Ne sormak istersen sor, yeter ki bana altın yumurtayı nasıl alabileceğimi söyle.
- Bu kuşun bir sırrı var-demiş yaşlı kadın. Yılda sadece bir kere, bir dakikalığına yuvasından ayrılır ve hemen yanıbaşındaki gölden su içer, işte o anda yumurtayı alman gerek, üç gün sonra tam gece yarısı kuş gölden su içmeye gidecek, sakın unutma.
Paolo şaşırmış, tam vaktinde gelmişti. Tepeye çıkması gerekiyordu , artık altın yumurtayı nasıl alacağını da öğrenmişti. Sevdiği kıza sahip olmanın hayali onu büyülüyordu. Kendini eskisinden daha güçlü hissetti, Anna için herşeyi yapabilirdi. Peki yaşlı kadın  ona ne soracaktı aceba diye merak ediyordu.
Yaşlı kadın şöyle dedi:
- Gel gelelim benim soruma. “Seninle birlikte büyüyen, her yeni günle seni daha güçlü yapan, var olduğun sürece de sen neredeysen seninle gelecek olan ve sana asla ağırlık yapmayacak, gerçek mutluluğun ve başarının anahtarı nedir?”  Unutma delikanlı bu sorunun yanıtını veremeyen bu dağda kilitli kalır -dedi ve ortadan kayboldu.
Dağa tırmanırken genç adam.”Nedir bu benile büyüyen, nedir mutluluğun ve başarının anahtarı?” diye  sürekli düşünüyordu genç adam.
İki gün sonra  Paolo dağın tepesine ulaşmıştı, herşey tam da yaşlı kadının dediği gibi olmuşu. Ertesi gün tam geceyarısı renkli kuş göle uçtuğunda altın yumurta sahipsiz kalmıştı. Paolo onu aldı ve nefes nefese hızla oradan uzaklaştı. Yol boyunca derin düşünceler aklından çıkmıyordu. Kalbi Anna’ya olan sevgisiyle doluydu ama ya yaşlı kadının sorduğu o soruya vereceği cevabu bulamazsa? Bu değerli şey bedeni miydi? Hayır, beden mutluluğun ve başarının anahtarı tek başına olamazdı. Kalbi miydi, aklı mıydı, neydi bu? İçinde taşıdığı bu büyülü şey ne olabilirdi?
Birden aklına geldi, olsa olsa bu şey bilgiydi. Evet, bilgiden başka hiçbirşey her zaman yanında ağırlık yapmadan taşınamazdı. Bildiği için altın yumurtayı zahmetsizce yuvadan alabilmişti, bildiği için yaptığı her işte başarılıydı. Bilmek hem mutlu ediyordu hem de başarıyı getiriyordu.
Tüm bunları düşünürken mağranın önünde yaşlı kadını gördü tekrar
- Demek altın yumurtayi buldun Paolo, peki benim sorduğum sorunun cevabini verebilecekmisin bakalım?- diye sordu kadın.
Paolo yaşlı kadına döndü ve dedi ki:
-Bilgiden başka hiçbirşey mutluluğun ve başarının anahtarı olamaz, ancak gerçek bilgi benimle büyür ve bana ağırlık yapmadan her yere benimle gelir dedi.
İşte tam o anda sihirli birşey oldu. Yaşlı kadın ortadan kaboldu ve mağra büyük bir şayoya gönüştü.  Anna ona doğru koşarak geldi. Ve iki sevgili birbirine  kavuştu.
Genç delikanlı sahip olunabilecek en değerli hazinenin bilgi olduğunu çocuklarına hatta çocuklarının çocuklarına dahi anlatmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine
Gökten üç elma düştü biri bana biri sana biri de kısmetine inananlara.




21 Mayıs 2014 Çarşamba

Veni vidi vici /Londra'da bir hafta


Bir hafta Londra’da kaldım. Bu şehirde yaşadım. Bu şehrin sokaklarını arşınladım. Şehrin temposunda  ritm tutmaya çalıştım. Ve yürüyüp geçtim dünyanın tam kalbinin ortasından.


Havalananına indiğimde ilk dikkatimi çeken şey temizlik oldu. Gerçekten bu kadar temiz miydi peki şehrin kendisi? Hayır, merkez ve ana hatlar dışında hiç kimse ve hiçbir yer tam anlamıyla parlamıyordu. Oysa bana altın parlak bir kubbe gibi görüneceğini düşünmüştüm şehrin. Ne de olsa dünyayı etkileyen önemli medeniyet merkezlerinden biriydi bu şehir.

Arabaya bindiğimde ve şehrin içine doğru yol aldığımda, sağım solum ağaçlar ve uçsuz bucaksız yeşil alanlarla doluydu. Bu kadar yeşil, bu kadar yeşillik kokan başka hangi başkent var yeryüzünde, bilemiyorum. Şaşkındım. Yolun sağında bazı yerlerde inekler otluyor, solunda ise atlar koşturuyordu. Koca bir çiftlik gibi bu şehir, nasıl olur?

Aslında Londra, Paris, İstanbul böyle büyük şehirler anlatılmaz yaşanır , yaşadıkça sevilir, ya da alışkanlık haline gelir. Farkettim ki İstanbul’daki herşeyi kabullenip bir alışkanlık haline getirmişim. Trafik, korna gürültüsü, ağaçsızlık, metrobüsteki itiş kakış, sürekli koşuşturma, daimi bir yerden bir yere yetişmeye çabası. Hayat hep acele bu İstanbul’da. Neden, niçin?
Paris’in soğuk ve kasvetli binaları, kirli izmarit dolu sokakları, İstanbul’un çirkin ve düzensiz gecekondulu yerleşimi Londra’da yerini iki katlı ön ve arka bahçeli evlerine bırakmış, şehirin her sempti tatil kasabası gibi. Sakin ve samimi bir hava tüm şehri sarmış. İnsanlara metroda rastlamasam, güneyde bir yerde tatile gittiğimi sanarak geçecek günlerim.

Sabahları kuş sesleriyle uyanıyor, çimenin ve yeşilliğin eşsiz kokusyla gezmeye veriyorum kendimi. Nerelere gitmedim ki :) Şehrin altını üstüne getirdim yine de bitiremedim, hala gitmek istediğim yerler var. Bitmez ki Londra’nın sana sundukları öyle kolay kolay.
Karman çorman bir kültür var burada, gökküşağı renklerinde bir şehir Londra. Her dili duymak mümkün, çince, hintçe, türkçe, rusça, polonyaca, bulgara, fransızca italyanca ...Şehirde yaşayanlar bu çok kültürlü yapıya alışmış çoktandır. Herkes içiçe, asyalı, avrupalı, amerikalı , zenci, beyaz ,sarı...bir cümbüştür akıp gidiyor. Böyle renkli bir şehir görmedim ömrümde diyebilirim.

Merkezde turist sayısı öyle çok ki...hele fransızlar, şehri tam anlamıyla istila etmişler. Birçok Avrupalı öğrenci grupları müzeleri geziyor, parklarda uzanıyor, dinleniyor, gezerek, farkındalığı artarak eğleniyor. Ya bizim gençlik. Burada, bu coğrafyada sıkışıp kalmış. Bu kur farkı, bu mesafeler ve bu yol bizim insanımızı herşeyden uzağa itmiş.Halbuki hayat, sanat, medeniyet akıp gidiyor ve biz türkler onlara ya yetişemeden ya da çok az ucundan tam yakalamaya başlamışken  ömürler bitiyor. Burada zamansızlık, insan ömürünün basitçe kayıp gitmesine neden olurken, orada bu bol vakit herkese ve herşeye yetiyor. 
Şehir herkesi ağırlıyor, fakiri, zengini, yabancıyı, yerliyi, kadını, erkeği, çocukları.Herkese nazikçe "HOŞGELDİN!" diyor.

Dünya’nın kalbi sanki Londra’da atıyor. Öyle ilginç ve öyle çeşitli ki, sokaklarda budittlere de raslıyorsun, kara çarşaflı kadınlara da ,luleli yahudilere de. Kısacık şortlu ve sütyensiz gezen kızlara da, son moda en lüks arabalara da. WOW!
Tam bir görsel şölen, bir sirk bir panayır yeri gibi.

Kaldı ki hele geceleri, Covent Garden ve Soho tam bir parade yeri. Yakışan da yakışmayan da en frapan, en sexy, en güzel kıyafetlerini giyinip sokağa dökülmüş. Gençlerin çılgın dövmeleri, garip saçları, uçuk ayakkabıları...sanki şehrin bir aynası gibi. Daha neler neler....
Şehrin merkezi ihtişam ve görkem dolu. Her bir cadde, her bir mağaza, her bir müze ayrı titizlikte tertemiz, pasparlak. Ve herşeyden önce Londradaki en güzel şey de  müzelerin ücretsiz olması. Dolu dolu sanat, dolu dolu kültür, dolu dolu medeniyet.

Şehir sana en seçkin, en güzel sanat yapıtlarını bedavaya ayaklarının önüne seriyor.Yeter ki gel, yeter ki gör. Zevk al, ruhunu doyur. Bak ve kendini ödüllendir bunlarla, insan olduğunu hatırla. Programlanmış robot gibi hayat sadece işten eve, evden işe geçim kaygısı yaşamak olmadığını, olmaması gerektiğini haykırıyor. Hayat sadece yemek yemekten ibaret değil. Hayatta olmak seni insan yapan şey de güzelliği yaşamak ve sık sık ruhunu bununla beslemektir.

Gezip görebileceğin her yeri teker teker gezemesen de mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerden  British Museum, Tate Modern, National Gallery, Portrait Gallery, Victoria & Albert Museum, Science Museum, Natural History Museum’u görmezsen, oradaki odalarında gezip dolaşmazsan, eserlerin içinde ruhunu kaybetmezsen Londra’ya gitmiş sayma kendini hiç. Hepsi çok etkileyici.

Londra’nın uçsuz bucaksız Hyde Park’ı ömre bedel, oradaki çimlere uzanıp, çıplak ayak yürümeli insan. Doğanın sana sunduğu asırlık ağaçların gölgesinde serin bir yürüyüş yapmalı ve bir zamanla Chares Dickens gibi o şehrin havasını koklayabilmenin tadını çıkarmalı.

Muhteşem South Kensington sokaklarına ve Notthin Hill’deki evlerine bakarak, Oxford Street'te gezerek, PRADA'nın tüm koleksiyonunun istila ettiği Harrods mağzasının vitrinlerine de gözü takılarak insan tüketimin ve paranın gücünü de görmeli.
Underground’da yolculuk yaparken bir vagonunda 20 farklı dil konuşulduğuna şahit oldum. Bu nasıl bir zenginlik !Her bir kültürden insanı ağırlamak ve yakınen ona dokunabilmek. İnanılmaz!
Şehir seni önce kucaklıyor, sarmalıyor. Geçmişle, tarihle, sanatla ilgili ne kadar da az şey bildiğini yüzüne tokat gibi vuruyor. Ve tüylerin diken deiken oluyor her adımda. Etkileniyorsun çünkü insana ve insanoğlına inancın artıyor ve dünyanın bir yerinde insanlığın ölmediğini, insan olmanın şerefli ve kıymetli olduğunu hissediyorsun.

Dünyayı sana avuçlarında sunuyor bu şehir. İnsanoğlunun eşsiz benzersiz yaratıcılığının her örneği Londra’da.

Veni vidi vici! Demiş Julius Cezar. Yani gittim, gördüm ve yendim! Evet ,ben de gittim, gördüm ve kendimi yendim. Bugün Londra tecrübelerimle  önceki bene göre  daha bilinçli bir benim. Bugün sahip olduğum bilgiyle ve öğrendiklerimle düne göre daha güçlüyüm. Çünkü Londra’da insanların sahip oldukları seçim şansını gördüm. Orada insanlar yaşam standartlarını, işlerini, eşlerini kısacası hayatlarını seçebiliyor. Burada ise herkes kaderine razı geliyor ve herşey şans, kısmet ve kader. Ya sen ? Sen nerede olmak istersin?





20 Nisan 2014 Pazar

Ağırlık

Belli bir yaşa geldikten sonra bazı insanların size taşıması zor bir yük olduklarını açık ve net görebiliyorsunuz. Fark ediyorsunuz ki size yükledikleri ağır ilişki bavulunun altında eziliyor ve nefes alamıyorsunuz.
Kan emicidir bunlar. Senden, vaktinden alarak, enerjini emerek beslenirler. Egoları daima en üst seviyededir. Seni anlayabilmek için asla çaba göstermezler. Tek doğru onlarınkidir. Kıskançtırlar. Yakınındaki birileri onlardan daha iyi durumdaysa, bin bir bahaneyle onları kötüleyip bunu hak etmediklerini savunurlar, ve bunu bir türlü kaldıramazlar. Herkeste ve her şeyde kusur bulurlar. En üstün varlık biziz, en iyisini biz biliriz, en doğrusunu biz yaparız ayarında yaşarlar. Tek amaçları vardır o da kendilerini daha iyi hissetmektir. Çıkarları ve keyifleri her şeyden önce gelir. Varsa yoksa  kendi benliklerinin rahatı ve keyfi.
Bu insanlar vazgeçilmez olmak isterler, onlar için birinci öncelik her zaman kendileridir. Nefs terbiyesinden uzak, bedensel ve dışsal görünüme hayranlık duyarlar. Maddiyat hayatlarında önemli bir yer kaplar. Para odaklıdırlar.  Bol yemek yiyip, bol içerler , çok da uyurlar. Nasıl da maymun iştahlıdırlar anlatamam: afiyetle etrafındaki tüm nimetleri birkaç dakika içinde silip süpürebilirler, bunu yaparken de bir yandan senin benliğini de kemirirler. Hoşlanmadıkları her şeyden hemen karşı saldırıya geçerler ve senin zayıf noktana ateş ederler, incitirler gözünü kırpmadan seni. Nefsini besleyerek büyürler ve yaşlanırlar. Etrafında bunu farkedenler onlardan kaçarlar, surat asarlar görüşmek istemezler  ama bunlar bunu bir türlü anlamazlar, kendilerine odaklanıp kendilerinde kusur bulmak akıllarının ucundan bile geçmez. Onlar mükemmeldir. Onlar en iyisini hak ederler. Bu insanlar yalancıdırlar: kendilerine dahi yalan söylerler, hiç de çekinmezler bunu yapmaktan herkesi ve herşeyi kandırırlar.
Hepimizin hayatında kim bilir ne ağır yükler var taşıdığımız, taşıdığı yükten nasıl da habersiz olabiliyor insan.Bu yüklere bir de bu şahsiyetsizler eklenince hafiflemek isteği herşeyden ağır basar. Çünkü bir gün uyanırsınız. Buna katlanamaz olursunuz. Sözleriniz ve davranışlarınız artık onlara  dayanamadığınızı açık ve net olarak gösterir. Onlar bunu bir türlü anlayamazlar. Anlamak da zaten işlerine gelmez. Kendini sorgulamayan, kalbinin içine odaklanamayan, olan olaylarda suçlu olarak daima karşı tarafı damgalarlar, işte bu insanlara hayatımda artık yer yok.Onlar tam bir kayıp vaka. Öylelerin sayesinde kendimi ve kim olduğumu daha iyi anlıyorum. Anlıyorum ki "zaman" ve "ben" değerli, bunları kime armağan ettiğim daha da önemli. Hiçkimse kusursuz değil, ama seni sürekli kusurlu görenlerle bir arada olmak da kesinlikle anlamsız.Artık biliyorum ki sevgi bir şeye ya da birine bağlı değildir, öylece içinden akar dışarı.
Hayat denilen bu uzun yolculukta zaman zaman bavulu hafifletebilmek önemli.
Hedef kendini bir yere taşımaksa bavul ve içindekiler seni mutlu edebilmeli,işte hepsi bu :).

7 Nisan 2014 Pazartesi

Lars ve Nymph()maniac

Filmin her iki bölümünü seyrettim ve her zamanki gibi Lars Von Trier hayranlığım doruğa ulaşmış olarak bitirdim. Niye bu aykırı adamı bu kadar seviyorum? Filmlerinde ele aldığı her konuyu irdeleme biçimine ve cesaretine, sınırları zorlaması, sorulmayanı sorma biçimi ve anlatım gücüne bayılıyorum. Lars her filmde aslında kendi kendine konuşuyor, kendini arıyor, buluyor ve gerçekleştiriyor. Umarsızca ve egoistçe filmlerini sonlandırıyor.
Her filmindeki aşırılığı ve rahatsız ediciliği aslında insanların içindeki çeşitliliği gözler önüne seriyor: görmek, duymak, hissetmek ve düşünmek dahi istemediklerimizin yok olmadığını tam tersi var olanı bunca ahlak kuralı, din kuralı ve toplum kuralı olmasına rağmen engellemenin imkansızlığını mühürleyip tasdikliyor. Zaman zaman yerden yere vuruyor seni,  tırmalıyor, kaşındırıyor, yargı değerlerini sarsıyor, düşündürüyor ve yeniden seni sana bırakıyor. Kendine gelmek zaman alıyor. Garip bir şekilde en sevdiğim anlar aslında Lars’ın her filmini bittirdiğimde kendime tam olarak gelemediğim o arada kalmışlık duygusu içinde olduğum anlar. Filmin etki alanının üzerimde sürmesi , kendimi, dengemi bulana kadarki o süreç nefis. Doğrular ve yanlışlar kime göre ve neye göre şekilleniyor?
Charlotte Gainsgourg’a bir kez daha bayıldım bu filmde. Stacy Martin’i de sevdim çünkü donukluğu, yüzündeki o naif vurdumduymaz ifadesi, duygusuz bencilliği, anlamsız bakışları, sığlığı, kaygısızlığı, umarsızlığı, kendi canının istediği şey dışında hiçbirşeyi önemsememesi suratından okunuyor. Kayıp bir genç kız vakasını canlandırma başarısı oldukça iyi.
Tren sahnesinde Lars erkekleri nasıl da aşağılamış, nasıl da basit birer hayvan imgesine dönüştürmüş, hepsi birer av ve hepsi birer denek haline sokulmuş. Gerçekten böyle mi erkekler, bu kadar basit mi? Bilmedikleri tanımadıkları sadece görüntüden ibaret bir  kadın onların değer yargılarını hemen ve anında kolayca birkaç dakikalık zevk uğuruna yıkıp parçalayabiliyor mu? Çocuk yapmak için karısına dönen birinci sınıf yolcusunda basitleştirilmiş erkek imgesini esas 3 çocuk babası adamın ailesine, çocuklarına ve karısına karşı genç Joe’yu seçmesiyle daha da pekiştiriyor. Bu evli ve çocuklu adam aslında Joe’nun vucudu dışında (ki bu bile soru işareti), hiçbir yerine  ulaşamadığı, tanımadığı, sadece kendi hayalinde kurguladığı bu kadın uğuruna emek verdiği ve yıllarca sürdürdüğü aile yaşamını kolayca elinin tersiyle itiyor. Acı, gerçekten acı.
Filmin müzik seçimi olağanüstü. Filmde fonu oluşturan mekanların kasveti ve darlığı, geniş mekanlardaki boşluk ve yalnızlık duygusu filmdeki konunun baskısı ve enerjisiyle paralellik gösteriyor ve fazlasıyla gerçekçi bir hava katıyor. Toplum içindeki soyutlanmışlık, birçok yapılabilecek seçim arasından tek olanı, sadece birini seçmiş olmanın ve onu limitsizce yaşamayı seçmenin rahatsız edici ve sarsıcı gidişatı müzükle birlikte yaratılan atmosferde akıp gidiyor: tuğlalar, ağaçlar, yapraklar, çöp kovası,sokak, bahçe kapısı. Hepsi yalnız. Joe’nun tedavi edilmez yalnızlığını haykırıyor.
Yüzeysel bir özet yapmam gerekirse filmi entel pornosu olarak tanımlayabilirim. Hayatında sex dışında hiçbir şeyde anlam bulamayan bir kadınla, kitaplar dışında hiçbir hayatı olmamamış bir adamın kadının hayatını ve yaptıklarını anlamlandırmaya çalışmasının ve bu ikisinin hazin sonu. Bitişin allak bullak ettiği ve konunun kurşun gibi hedefi tutturmaya çalıştığı bir film bu.
Bana kalırsa Lars kesinlikle Joe’da kadının gücünü ve kadın vücudunun üstünlüğünü anlatmak istemiş ( aynı gün içinde birçok erkekle birlikte olma gücü ve  buna karşı  erkek istese dahi her saat başı başkasıyla birlikte olabilecek fiziksel güce sahip olamayışı aslında kadınlara yıllardır yapılan baskıların da cevabı gibi). Kadının bunu aşırı kullanmasının getireceği vahim sonucu da çarpıcı bir şekilde anlatmak istemiş Lars. Kadına, erkek karşısında yıllar yılı ezilmişliğin karşısında kendi vucudunun ve müstehcen isteklerinin  peşinden gitmeyi seçen, ahlak ,kural, dayatma, doğru yanlış gözetlemeksizin sonuna kadar gitme şansı veriyor. Kadın Lars sayesinde sadece yapmak istediğini yapar, anne olmayı reddeder, eş olmayı reddeder, çalışma hayatında bir yerde var olmayı, sorumluluk almayı reddeder. Zevk ,sehvet, ego disinda hiçbirşeyin önemi yok.
Aslında ilk birlikteliği 3 önden 5 arkadan şeklinde gerçekleşmesinin acılı hatırası bu fiziksel acı gösterdiği her davranışta erkeklere karşı öfkeli ve duygusuz bir patlama şeklinde sonuçlanıyor. Aşka yenik düşmeyi reddeder ve seksi hayatında öncü ve yönetici olarak seçer. Bu kadının kendi seçimidir. Toplumdan dışlanması ve kabul görmemesi onu durdurmaz. Tam tersi daha da seksin üstüne giderek kendi sınırlarını tanımak ister, evlidir ama  seks hayatı doyurmaz onu bu nedenle de kocasının “bir kaplan alıyorsan onu doyurmayı bileceksin” diyor, kadının başkalarıyla birlikte olmasına izin veriyor. Çocuk dahi kadını terbiye edemez, çocuğunu gece yarısı evde tek başına bırakıp seksin peşinden, vücudunun isteklerinin ardından gider. Kısacası kadın her çeşit kural ve normu yıkılmıştır. Kadın aynı kontrolsüz bir erkekten farksız ahlaksızca tüm değerleri ayaklar altına alıp zevkin peşinden gidiyor. Bu da kadının toplumal role tepkisi, erkekleşmesidir.
Bunun yıkıcılığını esas aile yaşamında görüyoruz, orada cinsel olarak tek eşlilikle sınırlı kalamayan kadın anneliği, eş olmanın kurallarını ezip bencilliğini ön plana çıkarırsa toplumdaki birçok değerin aslında nasıl da yok olacağını basitçe görebiliyoruz.
Sadizmin, pedofilinin, eşcinselliğin aslında insanı nasıl da sınırların dışına, normalin dışına, toplumun dışına ittiğin göstermekle kalmamış, bunu anlamakta zorluk çeksek de bunların toplumda var olduğunu açıkça göstermiş Lars. İstesek de, istemesek de bizi cinsel dürtülerimiz yönetiyor ama onlara teslim olmak mı doğru yoksa kontrol altında tutmak mı, hangi noktada daha ahlaklıyız?
Filmde yabancıların tehlikeli olabileceğini de çok net görüyoruz. Yaşlı Seligman  kendisine yabancı bu yaralı kadını evine alıp yardım etmeyi seçiyor, bu seçim onun hayatına mal oluyor. Kadın silahı eline alıp öldürmeyi seçiyor. Silah patlıyor.
Hayat seçimlerimiz, bizi biz yapan şey de geçmişte ve bugün seçtiğimiz şeylerdir.
Kural, ahlak, doğru, kadınlık, seks annelik, insanlık, değer yargıları, toplum beklentileri, istekler, sevgi, aile, arayış, merak, zevk, şehvet, hep daha çok istemek, doyumsuzluk, harmanlanmış ve aşırılığın dengeyi nasıl da sarstığını göstermiş film.
Kadının gücünden korkan erkeklere evet korkun mesajı mı bu, kadının gücünü küçümseyen erkeğe de bir cevap mı aynı zamanda. Yenen kim, yenilen kim ve niye?
Filmin sonunda açık ve net olarak  heba olmuş iki hayat görüyoruz: sex dışında hiçbir şey yapmayan, yapamayan, yapmak istemeyen bir kadın Joe ve kitapları dışında gerçek hayatla teması olmayan izole bir adam Seligman. İkisi de uçlarda birinde sınırsız varken diğerinde hiç yok. Lars Von Trier ‘nin hiçbir filminde denge yok. Dengesizlik varsa da çatışma ve savaş var . Normların yılıldığı ve dengenin yitirildiği yerdeki varlık kaybetmeye mahkümdur.
Film bir kurşun gibi patlıyor ve hayatın içindeki değerleri yerine oturtup bitiyor.

28 Mart 2014 Cuma

Sözler

*Her oy bir tüfek gibidir; yararı kullananın karakterine bağlıdır.

*Muhafazakarlar aptaldır demiyorum, ama aptalların çoğu muhafazakar.

*Demokrasinin aleyhindeki en güçlü argüman, ortalama bir seçmenle gireceğiniz 5 dakikalık bir diyalogtur.

*Büyük bir milleti yönetmek küçük bir balık pişirmek gibidir; fazla kurcalarsanız mahvedersiniz.

*Körlerin ülkesinde, tek gözlü insan kral olur.

*Dünya çok acı çekiyor.Ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.

*Devrim, gelecek ile geçmiş arasındaki ölümüne mücadeledir.

*Dürüstlük, demokrasinin can damarıdır.Dolandırıcılık ise damarlarında akan zehir.

*Demokrasi, çözülemeyen problemlere yaklaşık çözümler bulmaktır.

*Politika ile uğraşmayacak kadar akıllı olanlar, daha aptallar tarafından yönetilerek cezalandırılırlar.
Platon (Eflatun)

19 Mart 2014 Çarşamba

Under The Tuscan Sun

Uzun zamandır kendim için hiçbir şey yapmadım. Sevdiğim gideli 3 hafta olmuştu ve derin bir depresyonda yüzüyordum ki, güneş gibi parlayan bir ben içimden bir anda çıkıp bana “hayat böyle de güzel”, “vucuden uzakta olsa da adamın yine de tad alabilirsin hayattan” diyordu. Bu kadar süre sonra da  “Kendine zaman ayır” ve “kendin için birşeyler yap” diyen iç sesime kulak vermemek de elde değil artık. Sonunda çıtır çerez bir film seyretmeye niyetlendim: filmde aşk olsun, manzarası ruhumu okşasın istedim. Derken karşıma “Under the Tuscan Sun” i tavsiye eden arkadaşımı dinledim ve kendimi filmin sularına bıraktım.




Büyük bir şehirde, yaşayan prestijli bir kitap eleştirmeni ve yazar Frances bir anda kocasının sadakatsizliğini oğrenip boşanıyor. Kurduğu evini bile  elinde tutamayan Frances, acı içinde depresyonu atlatmaya çalışıyor. Tek başına yaşayacağı kısa süreli ama uzun vadede de kalabileceği gürültülü bir apartmana taşınıyor, o koskoca geçmişinden de yanına sadece 3 kutu kitap alıyor yanına. En yakın arkadaşı ve destekçisi bir lezbiyen. Kendisi ona bir İtalya seyahati hediye ediyor ki bu depresyonu atlatabilsin. Frances bu seyahatinde İtalya’da Toscana bölgesinden eski bir ev alıyor. Hikaye tam da  burada başlıyor. Kendisini tanıma fırsatı buluyor, hayattan beklentilerini gözden geçiriyor ve aslında değerlerin nasıl da değiştiğini, süreç içinde nasıl da yok olabildiğini görüyor Frances, onunla birlikte seyircinin de farkındalığı uyanıyor.
Film garip bir şekilde kaderimizle ve etrafımızdakilerle, ne olursa olsun barışık olmamız gerektiğini anlatıyor, bu bir kabulleniş. Ama bu kabullenişe doğru giden yolda çabalamak gerektiğini anlatıyor aslında.
Filmin ana teması Frances’in satın aldığı harabe villa, bu onun yenilenmesinin etrafında gelişen olaylar.

Harabe aslında Frances’in kalbi ve ruhu. Evin içindeki her yenilik, her değişiklik aslında Frances’in kalbindeki harabeyi de  yeniliyor ve eskisinden daha güçlü kadın yaratıyor. Yalnız olan bu terkedilmiş ev aslında yıllardır hiç gerçek anlamda sevilmemiş ve yalnız olan Frances’in kalbinden başkası değildir. Frances’in tam da ihtiyacı olan o soğuk ve burnu havada enteller değildir aslında, o büyük şehir insanlarının soğukluğu da değildir. 

O bir aile istiyor, kendisini olduğu gibi sevecek insanların olduğu bir yerde ve mekanda kabullenilmek ve var olmak istiyor.
Frances, Italya’da satın aldığı evde, aşkı, mutluluğu, aileyi, kabullenilmeyi, çalışmanın ve emek vermenin önemi gibi değerlere yeniden kavuşuyor. Kadınlığını yeniden keşfediyor. Beklentisiz  ve yarınsız bir yaşamın içinde her günden tad alarak, etrafındakileri olduğu gibi kabul ederek yaşamına, kendine, sevdiklerine varlığıyla değer katmayı öğreniyor. Kendisine bu değişimde doğa da eşlik ediyor sonbahar, kış, ilkbahar, yaz. Tüm mevsimler film boyu Frances’e eşlik ediyor.

Değişim çanları banim için de mi çalıyor: değerler, makanlar, insanar ve herşeyden önemlisi ben de mi değişiyorum. Neler istiyorum, neler başaracağım. Nasıl hayatın üstesinden geleceğim. Bugün, kalbim daha büyük olsun ve herkesi kucaklasın  istiyorum. Kendime zaman ayırmak ve bundan keyif almak istiyorum. An’ın büyüsünde yaşamak güzel bir deneyim. Keşke daha sık yapabilseydim.

Ha bu arada mutluluk bizim içimizde ve güne, saate, yere, etrafıımızdaki kişilere bağlı olmayan bir değer. 

5 Mart 2014 Çarşamba

Revolutionary Road / Hayallerin Peşinde

Revolutionary Road

Bir yıkım filmi, insanın kendi hayatından memnun olmayıp, sıkışmış, monoton, zevkisiz , değersiz hissederek bir kafeste kilitli olduğunda umutsuzluğun verdiği yıkımı anlatıyor.


Neredeyim, kimim, ne istiyorum, yarından ne bekliyorum?

Bir sürü soru dönüp dolaşıyor kafanda.

Kocan, ailen, çocukların, umutların yok olması, beklentilerin gerçekleşmemesi ve nefes almanın dahi ağırlık yaptığı bir bunalım.


Sevmek ve aşk kurtarıcı mı, kendini gerçekleştiremeyen insan sahip olduğu maddesel nesnelerle avunabilir mi? Maneviyatın üstüne koyu bir örtü çekebilir mi ruhunun isteklerine, hayallerine sırtını çevirebilir mi?


Aşk , sevgi, çocuklar, büyük bir ev, para mutluluğu satın alabilir mi, yaşamak için yeterli mi?Hayat yaptığımız seçimlerdir. Neredeyiz, kimiz, kiminleyiz bizim seçimimiz. Her attımız adım bizi biz yapıyor. Niçin ve kimin için yaşıyoruz? Bu hayatı sahip olduğumuız değerlerle örtüşüyor mu yoksa ellerimizin arasından kayıp gidiyor mu?


Yalnız bir kadın, kendini gerçekleştirememiş bir kadın, mutluluğu yanıbaşından çok uzakta arayan bir kadın hayatı nereye götürür?Kalmak ve gitmek arasında sıkışmış, umutların hayallerin gerçekleşmemesine dönüşmüş bir yaşamın değersizleşip yok olması.Bana beni mi hatırlatıyor ne? Yoksa bu film bir ayna görevi mi yapıyor bana? Düşünüyorum, eziliyorum, sıkışıyorum ve nefes almaya ihtiyaç duyuyorum...

15 Ocak 2014 Çarşamba

Masters of Sex

Masters of Sex

Bu dizinin ilk sezonunu izlemeyi yeni bitirdim. Tomas Maier’in yazdığı “Masters of Sex: The Life and Times of William Masters and Virginia Johnson, the Couple Who Taught America How to Love.” biyografi kitabınıdan uyarlanmış bu dizi.



Jinekolog William Masters ve psikolog Virginia Johnson’un seks üzerine birlikte yaptıkları deneyleri, araştırmaları, buradan topladıkları istatistikleri ve bu veri analizlerini konu alıyor dizi.
Oldukça ” açık ” diye nitelendirebileceğimiz ve o yıllar için için kabul edilmesi “sıra dışı” olan ve  insanolğlu için tabu sayılan, hayatın devamı için önemli temel dürtülerden, olmazsa olmazlardan biri olan ama sürekli kapalı kapılar ardında yaşanan “SEX” temasını  bilim konusu yaparak herkesin gözü önüne sermesi şaşırtıcı geliyor. Bilim ve seks kelimelerini bir arada duymak bazı kişileri ve toplumlar için hala şaşırtıcı gelmeye devam ediyor.
Diziyi izlenebilir ve ilginç hale getirebilmek için çok fazla çıplaklık kullanılmış. Aşk, tutku, sex, evlilik, aile, anne, baba, çocuk temaları da serpiştirilmiş, her bir bölüm neredeyse bir saat sürüyor. “Çıplaklık ve seks herzaman satar” sloganı diziye tam anlamıyla hakim. Bu 12 bölümde soyunmayan neredeyse hiçbir baş karakter kalmadı J . Karakterlerden Dr.Masters aşırı bencil, egosu güçlü, bir doktor/cerrah. Eşine karşı duyarsız, ilgisiz, soğuk, temassız biri. Parası gücü olsa da kaç kadın böyle bir adama katlanmayı seçer bilemiyorum doğrusu, üstüne üstlük tipsiz de. Annesine karşı sürekli öfke dolu. Bu tip insanlarla yakınlık duygusu kurmak çok zor geliyor bana. Kendini yarattığı o “güçlü adam” imajının içine hapsetmiş, kontrollü biri. Bana öyle geldi ki kendisi “sex” hakkında aslında kör cahil biriydi, doğurtuyor, kısırlık tedavileri uyguluyor fakat o yaşamsal dürtüde neyin nasıl işlediğini bilmiyor, sırf bu sebeple sekste olup biteni öğrenmek ve kendini bilgilendirmek için bu evrensel konuyu bilimselleştirmek isityor.

Virginia Johnson, güzel ve genç bir kadın, akıllı, doğru sorular sormayı biliyor, insanlarla iletişimi kuvvetli, paravan arkasına  ya da büründüğü bir maksenin ardına sığınmıyor, oduğu gibi yaşayan biri. Mutsuz 2 evlilik yaşamış,  2 çocuklu boşanmış bir anne. Sürekli çalışıyor. Çocuklar bu kadının hayatında tam olarak nerede duruyor diziden pek anlayamadım. Varsa yoksa hep iş ön planda Virginia için.

Bunların yanı sıra dizide bir de ikinci karakterler var. Örneğin Virginia’nın sevgilisi olan şu genç doktor Ethan, Masters’in deneklerinden olan sarışın sekreteri, karısı Libby, Barton Scully, Scully’nin karısı. Hepsinin kendi sorunları ve hikaye içinde ayrı lezzette rolleri var.
Dizide Masters’in denek olarak Johnson’u kullanması, hatta partner olarak birlikte deneylere katılmaları çok normal gelmiyor bana. İşin içine bedenler karışınca bence olay farklılaşıyor. Virginia, seksi ve aşkı ayırmayı öğrendim dese de , uzun bir süreç içinde hem beden hem de kafaları örtüşen bu iki insanın hayat birlikteliği kaçınılmaz bence. Nitekim Masters 1971 yılında Birginia ile evleniyor. 1991 yılına kadar evli kalıyorlar.

Gelelim bu çiftin katkılarına. Masters ve Johnson insanların cinselliğe verdikleri tepkileri, cinsel bozukluklukların saptanması ve onların tedavisi ile ilgili 1957 –1990 yılları arasında birlikte  birçok araştırma yapmışlar. Sex terapisi öneren ilk kişiler Master ve Johnson olmuşlardır.
Kadının ve erkeğin cinselliğe yanıtını ve zevk evrelerini  araştırmışlardır. Burada aşağıdaki  4 evreyi saptamışlar:
-         Heyecan Evresi ( ilk uyanma)
-         Yayla Evresi ( tam uyanma )
-         Orgazm
-         Erime
Onların bu buluşu aynı zamanda Sigmund Freud’ün iddia ettiği “vajinal orgazm” ile “klitoryal orgazm” arasındaki uyarılmanın farklı bölgelerde olmasına rağmen fizyolojik cevabın aynı olduğunu tespit ettiklerini savunmışlar.
Ayrıca erkek bir kez boşalınca yeniden uyarılması zaman alırken kadınlarda böyle bir zamana ihtiyaç duymadıklarını ve çoklu orgazm yetenekleri olduğunu saptamışlardır. ( Ne güzel J)
Dizide de yansıtıldığı gibi bu çalışma gerçekten de fahişelerle başlamış. Masters ve Johnson bu araştırmayı toplumdaki kişilere indirgemeden önde 145 hayat kadınını incelemişler.
Araştırmacı çift bunu, kendi deyimleriyle 10 bin civarında 'cinsel vakayı' laboratuvarda incelemiş (bu yaklaşık 1000 saatlik porno izlemeye denk gelir). Deneylere yaklaşık 700 kişi katılmış
Ayrıca 70 yaş ve üstü kişilerin de yoğun orgazm olabilme kapasiteleri olduğunu ve sağlıklı cinsel yaşam sürdürebildiklerini saptamışlar.
Masters ve Johnson cinsel işlev bozuklukları alanında öncü olmuşlardır. Hastalara uygulanan hızlı psikoterapi tedavi yötemi ile yüzde 80’lik bir başarı oranı elde etmişler. Onlardan önce bu tarz bir tedavinin başarı oranı çok çok düşükmüş.
Seksin Neşesi (Joy of Sex) kitabının yazarı psikolog Susie Quilliam, Virginia Johnson'ın seksoloji tarihin büyük önem taşıdığını söylüyor. "Daha önce de Kinsey raporu gibi bazı çalışmalar vardı ama Virginia Johnson, bu alanda ciddi anlamda bilimsel araştırmaya katkı sağlayan ilk kadındı. William Masters'ın çalışmalarına bir kadın perspektifi getirdi. Sessizliğin kırılmasına ve cinselliğe bilimsel bakış getirilmesine yardımcı oldu."
Araştırmacı çift bunu, kendi deyimleriyle 10 bin civarında 'cinsel vakayı' laboratuvarda inceleyerek yaptı. Deneylere yaklaşık 700 kişi katıldı.
Masters ve Virginia sexi anlaşılabilir kılmak ve partnerleri birbirine yakınlaştırmak adına birçok yol katetmişler. Hiçbirşey bir günde olmamıştır.
Sonuç itibari ile hayatın temel parçalarından biri olan sex, herkesin ilgilendiği, herkesin öyle ya da böyle hayatına soktuğu bir konu olmuştur. En ilkel dürtülerden biri olmakla birlikte insanoğlu için olmazsa olmazlardan biri hala. Herkes bunu yapar : en eğitimsiz insandan en eğitimlisine kadar. Hepimiz bu eylemin birer ürünüyüz. Kimilerine göre kişi kendini bu konuda eğitebilir, geliştirebilir, terbiye edebilir. Bazıları kendini tutmayı bilir bazıları onsuz yaşayamaz. Birileri için sex övünç kaynağı, başkaları için utanç. Kimileri heryerde ve herkeste bunu arar hatta seksin olmadığı günlerde boğulmakla eşdeğer bir his kaplar içini.
Günümüzde bir tabu olmaktan çıkmış herkesin kafasında, dilinde sakız olmuş bir konu sex. Gecelik ilişkiler, devamı olmayan, kişiden kişiye değişen anlık zevkler, beklentiler, mutluluklar, mutsuzluklar, hayal kırıklıkları, aldatmalar, kıskançlıklar ne çok duyguyu içinde barındırıyor bu 4 harfli sözcük. Her gün çılgınlaşan, nasıl değişik birşey yapsak da insanlar sıkılmasa bu işten diye uğraşan kolay ulaşılır porno sektöründeki patlama, sanal alemdeki sex oyunlarının artışı, her çeşit zevke kapılarını çoktandır açmış durumda. Sağolsun internetin de sayesinde sonsuz ve çok çeşitli kaynak ve bilgiye ulaşma becerimiz özellikle bu konuda ordinarius profesörlük seviyesine ulaşmış durumda. Fakat insan neden hala doyumsuz. Bakalım nerede dur,  işte buldum, buymuş diyebileceiğz?
Dediğim gibi “çıplaklık ve sex daima satacak”, çekilen kliplerdeki sınırsızlık, sinemada aşkın bir parçası olarak karşımıza çıkarken, aslında kolay tüketilen ve satan, ucuz bir ürün oldu sex. Günümüzde pek az kimse sekse eğitilebilir, bekletilebilir, terbiye edilebilir, öğrenilebilir değerli birşey olarak bakmakta. En üst seviyedeki eğitimli kişi de, toplumdaki en alt sosyal tabakada yaşayan kişi de bunu yapma potansiyeline sahip  ve herkesin elinde oyuncak olmuş olan sex hala pis, hala yasaklı, hala gizli ve hala sakınılan birşey gibi görülmekte ne yazık ki.

Aslında sex bir kültür meselesi, tıpkı sofra kültürü gibi, konuşma kültürü, tuvalet kültürü, toplumda davranma kültürü gibi. Öğrenilen, geliştirilebilen, zaman ve emek isteyen bir dürtü. Seninle birlikte değişen, kendini sevmek ve kendini bununla taçlandırmayı isteyip istememekle ilgili, güvenle ilgili. Anlık zevkten ziyade sürekli her gün her an tadı güzelleştirilebilen bir eylem: yapabilen ve yaptırabilen için, anlayan ,anlamak isteyen ve anlatabilen için, kısacası bütünleşmeyi, tekleşmeyi kutsallaştırabilen için vazgeçilmezdir.