2 Kasım 2015 Pazartesi

Far From The Madding Crowd / Çılgın Kalabalıktan Uzak


Kadınların budala olduğunu gösteren filmlerden bir diğeri “Far From The Madding Crowd”
Güya evlenmek istemeyen,  güçlü bir kadın olduğunu kanıtlamak isteyen, kocaya ihtiyacım yok, tek başıma yaparım, erkek kadar güçlüyüm, erkek kadar herşeye hakimim diyen bir kadının hayatına giren üç erkekle olan ilişkileri, yakınlığı, beklentileri, zayıflıkları ve kadın olmanın romantic aptallığı üzerine  bir film.



Filmde Gabriel Oak karakteri  o kadar sakin, o kadar fedakar, o kadar aşık ki sevdiği kadın Miss Everdene için yapmadığı ve yapmayacağı şey kalmıyor. Kendisi bir düş, bir masal kahramanı adeta, kadınların beklediği  beyaz atlı prensin etten kandan hali adeta . Her daim içten içe sevdiği o kadının desteği, der daim onun bir numaralı yardımcısı 7/24 kesintisiz hep verici bir aşkla dolu. O aşkı uğuruna herşeyi göze alan bir adam ve böylesi  ne geldi, ne görüldü...Mr. Oak  karakteri,  gerçekten de kadınların beklentilerini tam anlamıyla karşılıyor, o bir kurtarıcı, romantik, hayalperest tüm kadınların gerçekte asla bulamayacağı, yaşayamayacağı o aşkı yaşatıyor. Ne yalan söyleyeyim biz kadınlarda  bu hayalperestlik fazlasıyla var, sadece dozu değişken, kimimizde çok, kimimizde az.Yani böyle her daim hazırda bekleyen bir aşığa kim hayır diyebilir ki? Sonuç itibari ile bu Mr. Oak karakteri tam bir kandırmaca, gerçekle bağdaşmayan türden işte.
Filmde Mr. Gabriel Oak’I canlandıran Matthias Schoenaerts sadece bakış ve vucuttan ibaret, oldukça maskülen, kolu bileği güçlü erkek rolünü iyi götürmüş, ama karakter oldukça ilkel, kalmış, zerafetten yoksun, asi, dediğim dedik, buyurgan.


Başrol kadınımız Miss Bathsheba Everdene’I canlandıran Carey Mulligan rolünü iyi oynamış, amcasından kalma çiftliğin idaresini yönetmekte  etkili ve başarılı.
Bence filmdeki  komşusu asiizade William Boldwood’u  canlandıran Michael Sheen’i Masters of sex dizisinden de tanıyoruz. Rolünün hakkını inanılmaz vermis, bu filmdeki en iyi karakter bence.  Öykü gerçek olsaydı Everdene’in birlikte olacağı tek kişi de bu olurdu ama böyle olsaydı filmi çekmenini anlamı da olmazdı. Gerçekçi sıradan hikayeler kimsenin umurunda olmazdı asla.


Tom Sturridge’ün canlandırdığı  Sgt. Francis 'Frank' Troy karakteri de oldukça başarılı. Ağızı laf yapan ve sahip olduğu tek şey subay üniforması olan bu adamın Everdene’i sadece birkaç sözle aşk tuzağına düşürmesi de oldukça gerçekçi. 



Kadınlar iki güzel söze, iki hayale kanacak kadar alçaktan uçan kuş beyinliler çünkü. İçten içe aşk uğuruna yanıp tutuşurlar hep. Bağımsızım, kendime bakarım, erkeğe ihtiyacım yok dese yanmaya, yanıp kül olmaya hazırdır aslında. Aşk kadınların en büyük aptalığıdır nereden bakarsanız bakın, onun için vermeyecekleri şey yok, ödemeyecekleri bedel yoktur.


Sonuçta filmde sabırlı olan kazanır gibi bir mesaj veriliyor.Ama neyi? Yemekten arta kalanları. Bana kalıra esas kazanan en iyi kandırandır. Hayat bu tür cmbazlarla dolu, sahip olduğu koleksiyona bir yenisini eklemek istemeyen tek bir erkek tanımıyorum ya siz?
Sonuçta aşk kazanıyor gibi görülse de, kadın her daim kaybedendir.
Erkeklere tavsiyler: kadınlar kolay kanan varlıklar onlara güzel sözcükler fısıldayın, aşk dolu bakışlar fırlatın, aşka hayır diyebilecek tek bir kadın bulamazsınız.Ne demişler" Kız aklı kaz aklı".

Bu arada not etmekte fayda var film İngiliz edebiyatının Zola'sı sayılan Thomas Hardy'nin ( 1840-1928) Çılgın Kalabalıktan Uzak adlı eserinden perdeye uyarlanmıştır.


29 Ekim 2015 Perşembe

Testament of Youth / Gençlik Ahti (2014)

Testament of Youth

Film izlemekten kendimi alamadığım doğru. Sanırım kitap okumak ve müzik dinlemek gibi, beni kendimden geçiriyor. Her film, her müzik, her kitap değil elbette. Seçimlerime dikkat ediyorum. Bilinçli, araştırılmış, tutkulu, güzel  ve değerli  seçimler yapmaya çalışıyorum.Bana bir şeyler veren, bana bir şeyler öğreten, yaşayamayacaklarımı yaşatan, yapamayacaklarımı yapan, o ana değin hissedemediklerimi hissettiren türden olmaları şart.  Tüm bunlar zaman alıyor ve zaman sahip olduğumuz en değerli şey, boşa harcanmaya gelmez, bu nedenle sık eleyip iyi seçmek gerek. Tıpkı hayatımıza aldığımız insanlar gibi. Sevgi ile kalbin en özel köşesine her birini oturtamayacaksak hayatımızda olmaları onlara da, bize de bir süre sonra acı verir hale gelir. Kalbim de, aklım da çokluk çöplüğüne dönmemeli. Bu yüzden herkese, her fikre açığım ama sevdiklerime kul köle olmaya hazır bir ruhum, kolayca sevgi ile aşkla kandırılabilen, bunların ikisine kolayca kanmaya da gönüllüyüm. Seçtiklerimin esiri oluveriyorum böylece.
Mesela kolayca güzel bulduğum bir tablonun esiri, onun ressamının hayranı, bayıldığım bir müziğin kölesi olurken onun bestecisinin büyüsünde uzunca bir süre hapsolabiliyorum. Kendimi kaybedecek kadar sevebiliyorum işte güzeli, güzellikleri, hele güzel insanları. Nasıl desem anın içinde güzel olan her şeye sonsuzluk zincirindeki bir halka misali bırakmaksızın tutulabiliyorum kolayca. O yüzden güzellik nadir de olsa karşıma çıktığında gitmesine kolay kolay izin vermem.

Bir sürü film seyrettim bu ara, ara sıra yazacağım onlar hakkında. Bugünkü konum müthiş bir savaş metaforu olan  2014 yapımı “Testament of Youth” filmi. 
Birinci dünya savaşını en iyi anlatan yazarlardan biri olan Vera Brittain’in, aynı adlı romandan uyarlanan bu film aynı zamanda  yazarın hayatından fazlasıyla  otobiyografik izler taşıyor. Ne yalan söyleyeyim bu filmden önce Vera Brittain’in adını da, eserlerini de duymamıştım.  Sinemanın bana tanıştırdığı milyonlarca yazar arasından bir diğeri oldu Vera Brittain.

Film, I. Dünya Savaşı'nın insanda bıraktığı yıkıcı acıyı anlatıyor, dayanılması güç kayıplarını işliyor. Açlığı, sefaleti, genç yaşta ölen idealist insanların ölümünü çarpıcı bir dille ve görsellikle anlatmış, filmin ikinci yarısı inanın seyretmekte zorluk çekeceğiniz ağır sahnelerle dolu. İki saati geçkin süre boyunca genç, asi ve zeki bir genç kız olan Vera’nın hayata bakışı, umutları, beklentileri  üzerine gelişirken birden bire ortaya çıkan savaşın etkisiyle bölünür, paramparça olur. Hayat, o andan itibaren bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır. Vera'nın yaşadıklarında, o dönemde herkesin karşı karşıya kaldığı acı ve umutsuzluk, anlamsızlık, çaresizlik duygularıyla yüzleşiyor seyirci. Bu film Vera ve onun gibilerin yitirdikleri umutlara,yaşama coşkusuna, ben olamadan gidenlere, savaşta yitirilen babalara, kardeşlere, aşklara, insanlığa bir görsel ağıt. Savaşla birlikte, filmin ilk yarısına hakim olan asalet, zenginlik, güzellik, ikinci yarıda sönüp yok oluyor. 

Ülkeyi koruma idealiyle yanıp tutuşan o genç yüreklerin aslında savaştıkça, savaşın anlamsızlığında birer kurbana dönüşüp, savaşın yok ettiği birer yeşerememiş ağaç, birer sönmüş yaşam kaynağına döndükçe seyirci de paramparça oluyor..
Aile içinde 18’ini  yeni doldurmuş gençlerin savaşa gönüllü katılmalarının verdiği  acı, her gün yayınlanan gazetedeki yüzlerce ölen gencin isminin yayınlanması ve çekilen açlık ve sefaletle birlikte savaşın insan doğasına, insanın yaratıcılığına olabilecek en aykırı şey olduğunu bir kez daha anlıyor, görüyor, pekiştiriyor insan. Savaş aşkın her halini yıkıp yağmalıyor, aile aşkı, kardeş aşkı, sevgili aşkı...

Aşk acısı, savaş acısı, kaybetme, ölüm, savaşın iğrenç yüzünün ve geriye sağ kalanların üzerindeki tamir olamaz, yıkıcı, can parçalayıcı etkisinin bir yansıması bu film. Zaman zaman savaş sahnelerine gözünü kapatıp, gözyaşlarını tutamadığın, seyredilmesi güç bir filme dönüşüyor Testament of Youth.

İnsanlığın barış adına, huzur adına savaşarak ödediği, gereksiz ağır bedelleri üzerine bir film bu. Her savaş gibi bu da bittiğinde geriye yetim çocuklar, dul genç kadınlar,gözü yaşlı ana babalar, binlerce sakat insan, milyonlarca ölü bırakır . Milyonlarca paramparça olmuş yaşam, boşu boşuna heba edilmiş gencecik yaşamlar.Kan kokusu ve tedavi olmaz derin acılar.

Filmdeki Vera ve Roland'ın romantik, asi, tutkulu ve derin aşk görülmeye değer.


Oyuncuların tümünü oldukça başarılı buldum, her biri karakterin içine girebilmiş, bize onların duygu dünyaslarını yansıtabilmiş. Başröldeki Alicia Vikander abartısız Oscarlık bir performans sergilemiş, kendisini Ex-Machina filminde de çok beğenmiştim. Hatta abartısız söylüyorum geleceğini oldukça parlak buluyorum, inanın o hiç sevmediğim, soap opera kızı Jennifer Lawrence’a bin basar.

Savaş mı istiyorsun, istersen bu filmi bir kez seyret sonra tekrar konuşalım. 
Barışın hiç bitmediği bir dünya için gece gündüz duacıyım.

9 Ekim 2015 Cuma

René Magritte ve Les Amants II

Çoğunuzun “ Ceci n’est pas une pipe” (Bu bir pipo değil) adlı tablosu ile tanıdığı Belçikalı sürrealist ressam Magritte’in en sevdiğim çalışması Les Amants II ( Aşıklar II)’dir .

Resimde yüzleri örtülü öpüşen bir çift görüyoruz. Bu örtüler aslında ilk başta tuhaf ve rahatsız edici görünüyor olsalar da, benim için aşkın ürünü olan hayal gücünü önemini simgeliyor.  Örtülerin neleri simgelediği konusunda çeşitli varsayımlar var:


- aşıkların birbirlerini görmeden sevdikleri
- birbirlerini tanıdıklarını fakat birbirlerini sevmek için görmeleri gerekmediği
- görmenin sevmek için mühim olmadığı
- mutlu yaşamak için gizli yaşamak gerektiği

gibi anlamlara gelebileceği düşünülüyor.
Ressamın görünen ile görünmeyenin arasında daima bir oyun olduğunu vurgular, her görünenin ardında gizli kalmış görünmeyen şeylere dikkat çekmek için bu örtüyü kullanıyor. Kendisinin de söylediği gibi “Gördüğümüz her şey başka bir şeyi gizliyor, her zaman gördüğümüzün ardında gizlenmiş olanı görmek isteriz”
Ressam 13 yaşındayken annesinin intiharı ile sarsılır. Kadının vücudu nehrin kıyısına vurmuş bulunduğunda, üzerindeki  geceliğinin yüzünü bu şekilde örttüğünden dolayı ressamın bu imgeyi kullandığı da söylenir.
III ve IV’te aşıkların yüzleri açık ama erkeğin vücudu çizilmemiş, sanki havada süzülüyor gibi çizilmiştir. Aşıklar I’de çift öpüşmüyor, yan yana duruyor , erkek dominanttır ve kadını kendine çekmiş sanki bir objektife poz veriyorlarmış gibi resmetmiştir.




Bana kalırsa örtü merak duygumuza bir eleştiri, gizli olanı hep öğrenme çabamıza bir tokat.Bir el silah atışı gibi, bir akla durgunluk. Bir sorgulama, neden? Niçin, ne gerek var bu örtülere? Belki de ressam annesinin ölümünü çözemediğinden ve neden intihar ettiğini öğrenememenin verdiği etkiyle bu sembolü kullanmıştır. Belki de bize basitçe örtünün ardındakini asla tam olarak bilemeyeceğimizi ve bize anlatıldığı, söylendiği, aktarıldığı ya da kendi anladığımız kadar bir şeylerin ardına geçebileceğimizi söylemek istiyor. Belki de basitçe bize “Ne kadar bilirsen bil, anlatabildiklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır…” sözünün resmedilmiş halini sunuyor.

Oysa hepimiz örtmüyor muyuz en dipteki gerçekleri,hisleri, düşünceleri, en başta da kişiliklerimizi? Kime karşı ne kadar dürüstüz? 

Gözler ve yüz kaybolduğunda insanın kendisi de mi kayboluyor? 

Bir koan yaratamadım, her sorum bir cevap ve her cevabım onar soru daha doğuruyor. 
Sonuçta sanatın güzelliği tam da burada, senin gördüğün benim gösterdiğim şey değil, yani en basit haliyle " Ceci n'est pas une pipe"


P.S: Aşıklar II Jonathan Baumbach'ın 1990 yılında yazdığı " Separate hours" adlı romanın kapağıdır, 


ve Aşıklar I  2006 yılında Colm Toibin'in yazdığı Mothers ans sons adlı kitabın kapağı olmuştur

Bilgilerinize sunulur.

5 Ekim 2015 Pazartesi

Sonbahar

Her yer rengarenk şimdi, adım attığım tüm yollar, ondaki tüm ağaçlar, bitkiler benim için süslü elbiselerini giyimiş. Etrafımda elele kocaman bir çember oluşturmuş her biri. Uzun uzun bakıyorum, düşünüyorum ve anlamıyorum, bana sunulan bu tadına doyulmaz şenliğin tam da kalbinin ortasında ne işim var benim? Kendime çimdik atıyorum, gerçeğin ta kendisini yaşıyorum. Sonsuz bir neşeyle doluyorum .Çocukça koşuşturup, yere sere serpe uzanmış yaprakları uyandırıp benimle dans etmelerini sağlıyorum.



Yine yeniden yaşamın bu muazzam renklerine tanık olabilmenin, umutulmuş, unutturulmuş bu sonsuz mutluluk kaynağına dokunabilmenin sarhoşluğunu yaşıyorum. Ayılmak istemiyorum buradan, bu başdöndürücü güzelliğin esareti sonsuza dek sürsün istiyorum. 
Doğa rakibi olmayan bir yaratıcı ve yeryüzünde onu katledebilen tek canlı insan. 
Anlamıyor insan, anlamak da istemiyor, bilmiyor, düşünmüyor hiç mevsimlerin tadı, sonbaharın tadı sadece doğanın korunduğu, ağaçların büyümesine izin verildiği yerlerde çıkarılabileceğini. 

24 Eylül 2015 Perşembe

Henri Gervex ve Rolla

Henri Gervex’in şaheseri olarak bilinen bu tablo dönemin olaylı tablolarından biri olma özelliğini taşımakta. 1878 yılındaki Salon de Paris’nin açılışından bir ay önce tablo Güzel Sanatlar Fakültesinin idarecileri tarafından ahlaksız bulunduğundan acımasızca eleştirilmiş ve sergiden çıkarılmıştır. Bu nedenle midir bilinmez ama dönemin Parisinde sanatseverler tarafından, daha sonra sergilendiği galeride bolca ziyaretçi akınına uğramıştır.
“Rolla”nın ilgimi ve hayranlığımı kazanmasının sebeplerinden biri resimdeki çıplak kadın bedeninin güzelliği ve estetiğinin yanı sıra Gervex'in bu tabloyu yaparken ilham aldığı şiir.


1833 yılında Alfred de Musset'nin 784 satırlık “ Rolla “ adlı uzun bir şiiri yayınlanır. Şiirde tembellk ve sefahat içinde yaşayan Jacques Rolla adlı genç bir burjuvanın kaderi anlatılır. Rolla fakirlikten ve sefaletten kendini kurtarmak için fahişelik yapan Marie adlı genç bir kızla karşılaşır. 
Tabloda Rolla, yıkılmış, camın kenarına tutunmuş uyuyan güzeller güzeli Marie’ye bakıyor. Yakında kendisi zehir içerek inithar edecektir. Şiir de, tablo da dönemin koşullarının yansıması olduğu kadar eleştirisidir de aynı zamanda.
Tablonun yapımında ilginç bir ayrıntı da şu: kadının bir model olmadığını, fahişe olduğunu anlatılabilmesi için yerde gelişi güzel duran jupon,jartiyer ve korse fikrini Gervex’e Edgar Degas vermiştir ve jüri tarafından ahlaksız bulunmasının sebebi tam da bu kıyafetlerin duruşu olmuştur, çünkü onlar Marie’nin fahişe statüsünü ve az önce gerçekleşen seksin metaforudur.
Resmin içindeki güzelliği satırlarda da bulmak isteyenler için aşağıda Alfred de Musset’nin 'Rolla' adlı şiirinden hoşuma giden küçük bir seçki de var.
Her iki sanat eserinin tadına varmanız dileği ile...
Rolla considérait d’un oeil mélancolique
La belle Marion dormant dans son grand lit ;
Je ne sais quoi d’horrible et presque diabolique
Le faisait jusqu’aux os frissonner malgré lui.
Marion coûtait cher. - Pour lui payer sa nuit,
Il avait dépensé sa dernière pistole.
Ses amis le savaient. Lui même, en arrivant,
Il s’était pris la main et donné sa parole
Que personne, au grand jour, ne le verrait vivant.
Trois ans, - les trois plus beaux de la belle jeunesse, -
Trois ans de volupté, de délire et d’ivresse,
Allaient s’évanouir comme un songe léger,
Comme le chant lointain d’un oiseau passager.
Quand Rolla sur les toits vit le soleil paraître,
Il alla s’appuyer au bord de la fenêtre.
De pesants chariots commençaient à rouler.
Il courba son front pâle, et resta sans parler.
Rolla se détourna pour regarder Marie.
Elle se trouvait lasse, et s’était rendormie.
Ainsi tous deux fuyaient les cruautés du sort,
L’enfant dans le sommeil, et l’homme dans la mort !
*****
Marie en souriant regarda son miroir.
Mais elle y vit Rolla si pâle derrière elle,
Qu'elle en resta muette et plus pâle que lui.
«Ah ! dit-elle, en tremblant, qu'avez-vous aujourd'hui?
-Ce que j'ai ? dit Rolla, tu ne sais pas, ma belle,
Que je suis ruiné depuis hier au soir?
C'est pour te dire adieu que je venais te voir.
Tout le monde le sait, il faut que je me tue.
-Vous avez donc joué?-Non, je suis ruiné.
-Ruiné ?» dit Marie. Et, comme une statue,
Elle fixait à terre un grand œil étonné. 
«Ruiné? ruiné ? vous n'avez pas de mère ?
Pas d'amis ? de parents ? personne sur la terre ?
Vous voulez vous tuer? pourquoi vous tuez-vous?»
Elle se retourna sur le bord de sa couche !
Jamais son doux regard n'avait été si doux.
Deux ou trois questions flottèrent sur sa bouche;
- Mais, n'osant pas les faire, elle s'en vint poser
Sa tête sur la sienne et lui prit un baiser.
Je voudrais pourtant bien te faire une demande,
Murmura-t-elle enfin: moi je n'ai pas d'argent,
Et, sitôt que j'en ai, ma mère me le prend.
Mais j'ai mon collier d'or, veux-tu que je le vende?
Tu prendras ce qu'il vaut, et tu l'iras jouer. 
Rolla lui répondit par un léger sourire.
Il prit un flacon noir qu'il vida sans rien dire;
Puis, se penchant sur elle, il baisa son collier.
Quand elle souleva sa tête appesantie,
Ce n'était déjà plus qu'un être inanimé.
Dans ce chaste baiser son âme était partie,
Et, pendant un moment, tous deux avaient aimé.





P.S: Manet ve Degas'nın çağdaşı olan Henri Gervex bu tabloyu 26 yaşındayken yapmıştır.Kendisi Auguste Rodin'le İnglitere'ye, Guy de Maupassant'la İtalya'ya seyahat etmiştir. Ressam Alfred Hubert ile bir resim akademisinin kurucusu olmuştır. Bir süre Marcel Proust'un sıkça ziyaret ettiği Mme Finaly'nin evinde yaşamıştır ayrıca Türkiye'ye de seyahati olmuştur.

Sanatçının beğendiğim diğer eserleri arasında Parisina En Su Toilette



ve Satyre jouant avec une bacchante'dir. 



8 Temmuz 2015 Çarşamba

LONDRA

Londra

  Geldiğimden beri içime sinmeyen bir soğukluk var bu şehirde. İkliminden midir nedir bilmem ama herkes ve herşey bana soğuk ve yabancı. Temmuz ayında bile ceketle, montla geziliyor bu şehirde. Daha bu sabah esen soğuk rüzgarda gözlerim ıslandı mesela, içim titredi, biran evvel kuytu bir yere sığınmak için adımlarımı hızlandırıp durdum. Tıpkı uzun bir süre çok kalabalık ve gürültülü bir yerlerde kafamızın şişmesi üzerine sakin bir yere kaçma isteği duyduğumuz gibi tanıdık bir duygu bu. Demem şu ki burada insana temas az ve herkes kendince, kendi doğrularıyla yaşıyor.
  Güneş ne büyük bir nimetmiş, gün içinde birkaç kez görünmesi bile içinin mutluluk ve şükürle dolması için yetiyor, böylece bir güneş ışının vucuduna değmesi bile, bu küçücük mutluluk bile şükürle doldurabiliyor yüreğini, böyle işte burada az şeylle mutlu olmayı öğreniyorsun, yaşadığın coğrafya da kaderin oluveriyor birden bire. 
  Buralar bulutlu, hatta bazen fazla bulutlu ama hakkını da vermiyor değil o bulutlar, çarpışıyorlar gökyüzünde ve bu dövüşün acısı sıkça döküyor yeryüzüne. Yağmur buraya gözün alabildiğine yeşil örtü seriyor, orman ekiyor, asırlık ağaçlar doğurtuyor.
  Evler çoğunlukla iki katlı ve daracık. Çok küçük camlı, böyle hobbit evleri işte. Tolkien’in Hobbit’leri yazaması da boşuna değil halk oldukça kısa boylu ve yuvarlak hatlı. Düşünüyorum da bu insanların dinya görüşleri de bu dar pencereler gibi mi, ama öyle olsa dünyayı yönetip sömürmeyi nasıl başarıyorlar? Akıl dediğimiz şey dar alanlarda mı yeşeriyor, yoksa yağmur sularıyla mı sulanınca büyüyor bilemedim.
  İnsanlar çalışma saatlerinin dışında mesai için 1,5 yeri geldiğinde 2 kat fazla para alabiliyor burada. Hatta özgürce mesai istemem para keyfimden mühim değil diye patronlarına, iş verenlerine rahatça hayır yapmam hakkını da seçebiliyorlar. Bu nedenle de burada hafta sonları ya da iş saatlerinin dışında hep doğu avrupalı ya da immigrant denen göçmenler çalışıyor, çalışmayı seçiyor ve bir süre sonra paranın kölesi oluveriyorlar. Herşey pahalı, evlerinin değerini bizim para birimine çevirecek olursan milyon TL'lerle karşılık buluyor,  yani ev sahibi olan herkes aslında milyoner sayılır burada.buna karşın insan emeği, insan gücü de değerli ve pahalı, her anlamda insan kavramı değer kazanmış. Ucuz mala belki biraz ama ucuz işçiliğe neredeyse rastlamanız imkansız.
  Herkes kendince bir hayat kurma çabası içinde burada. Büyük bir evin bilmediği tanımadığı sakinlerleriyle, kendine ait tek bir oda yaşam mücadesi veriyor insanlar. bir süre sonra katlanmak mümkün olmuyor çoğu için. Gençken katlanılabilir birşey bu bellki ama durum o ki büyüdükçe insan yaşadığı yerin de kendisiyle büyümesini istiyor. Kısacası tek bir odada hayatta kalmaya çalışan milyonlarca insanın yarına ait rüyalar ve hayallerle dolu bir şehir burası.
  Evini, yurdunu, barkını, sevdiklerini, ailesini bırakıp gurbette para kazanma ve yaşam savaşı vermeye çalışan her cins her milletten dünya insanı burada. Gurbetçi birçok aile çocuklarına süper medeniyet ötesi bir gelecek vermek umuduyla gece gündüz çalışıyor, mesai yapıyor, onların rahatlığı için çalışıyor. Bunlar buradaki eğitim sisteminin, sosyal düzenin herkesi kurtaracağını umuyorlar, başta da çocuklarını. Ne yazık ki, dünyanın her yerinde geçerli olan burada da geçerli sadece okulda eğitim görmüş bir çocuk eğitimsizdir aslında.
  Londra milyonlerlerin şehri, ve bu şehir lüks arabaların, bizim Boğaz varken 5 para etmez milyonlarca poundluk evleri olan korunmuş yemyeşil uçsuz bucaksız parklarla, insanın insana değmediği bir sürü suni gülüş ve soğuk merhabalarla dolu, yapay nezaket ve kırılgan ince porselen gibi görünen ama içi metal yüzlü milyonlarca insanlarla dolu. Burada “how are you” diyen hiçkimse aslında gerçekten nasıl olduğunu merak etmediğini nice sonra anlıyorsun, bunun kestirme bir güle güle anlamı taşıdığını çözdüğünde bizdeki fazla samimiyetle, onlardaki bu mesafe arasında bir yerde normal olanı dünyada bir yerde bulmak ya da bunu öğretmek gerektiğini görüyorsun.
  Londra asil ve pudralı peruk takmış bir erkek. Kendi yansımasına aşık bir Narciss. Tembel ve kırılgan, bir sürü Oblomov’larla dolu. Agresif değil ama yarasına bastığın anda seni öldüresiye ezebilecek gücte bir yapıya sahip. Hiçbir dişiliği yok bu şehrin, gerçekten maço, kaldı ki kadınları ince ve narin olmanın tam tersine şişman, kısa boylu ve çok kendini beğenmiş, fazla konuşan ne bileyim en uçuk ve en çirkin kıyafet kombinasyonlarını, en garip vucutlarda görmek burada nasip oldu. Evlilik kavramı ölmek üzere bu şehirde, kadınlar arasında tek başına annelik moda gibi birşey, nasılsa devlet onlara hemen bir yer sağlıyor mağdurlar diye, evlenmek ise pek sıra dışı ve gereksiz olarak algılanıyor. Çocukların anne tarafından ve/veya baba tarafından yarı kardeşlerinin de olması gayet rutin, kimse kimseye katlanmıyor, ilişkiler bile keyif üzerine dayandırılmış, keyfi kaçan bavulunu toplayıp gidiyor kolayca, ısacası keyif nerede ingiliz orada. Bira ve ale en sevdikleri içki, kadınlar da erkekler gibi bolca içki tüketmekten de hiç geri kalmıyorlar.Pub dedikleri birahaneleri de her iki cinsi aynı rahatlıkla ağırlamakta.
  Kültür diye satılan bu ingiliz dili burada kendince esknekliğin her türlüsünü kazanmış durumda. Bu dilin milyonlarca şivesine tanık olabiliyor rahatça insan. Hindistanlı, pakistanlı, afrikalı, ortadoğulu, fakir doğu avrupa ülkelerinin vatandaşları, polonyalılar,sadece onlar olsa bir de kolombiyalılar, filistinliler, araplar da hep burada.Ne bileyim dünyanın göbek deliği gibi bir yer burası.
  Burada insanlar  nerelisin ve hangi dindensin gibi soruları sık sık sorarlar bu da ötekileştirme ve ırkçılığa yol açıyor kanımca. Benden değilsin dost musun düşman mısın'ın kolay cevabını arıyorlar. Aslında senin nasıl bir insan olduğunla ilgilenmiyor kimse, varsa yoksa etiket yapıştırıyor ki kolayca seni bir gruba dahil edebilsin. Yani insanlar ikiye ayrılıyor has ingilizler ve diğerleri. Nasıl olur demeyin öyle, egosu büyük hintli, yıllardır burada yaşayan afrikalı bile eziktir vs. önyargıyla karşılanır kabul edilmesi, toplumla kaynaşması neredeyse ömrünü alır. Onlara ait şanlı tarihlerine de gelenek anlayışlarına da yabancısın çünkü üstüne üstlük dinin de ayrı. 
  Kendini burada doğdu diye aristokrat sayar her britanyalı. Herkes bu kültürü yüceltmeye gelmiş bir kobay gibi sanki. Benim kültürümü yücelt ki seni burada besleyeyim. Güçlü bir “ben”lik duygusu var şehirde. Ego, her yerde ve her işte, ben, ben ve yine ben diye sesleniyor her köşeden. Bayrağım satar, tişörtün üzerinde ingilizce yazılan sözler, buraya ait herhangi bir yerin resmi gururla dünya tarafından giyilir giyidirilir, taşırsın elinin altında London Eye ya da London Bridge baskılı poşeti de omuzunda,dünyayı gezdim diye övünürsün, bir de ingilizce öğrenirsin çabalarsın gece gündüz konuşursun ve herkes alkışlar seni, “aferin” derler medeniyete değip onlar gibi olmaya çalıştığın için. Garip ama yine de bir taklitçi olmaktan öteye gidemezsin işte. Düşünüyorum da kaç asırlık yaşamımız var da kendimizi bile bilmeden daha ingiliz kültürünün kölesi ediyoruz yeni kuşakları, kendi özümüzü bilmeden diğerlerine özenti yerleştiriyoruz nesiller boyu. Emek çaba kendi kültürümüzü ve kendimizi eğitmek için, sistemimizi düzeltip, halkın içinde herkesin rahat yaşayıp sevgi saygı içinde uyum içinde yaşayacağı bir yere dönüştürme çabası yerine, paraya, güce tapan, başka kültürlere hayran yetiştiriyoruz istemeden herkesi offf. Neyse ne kadar derin derin düşünüp dursam da işin içinden çıkamadım.

Londra böyle işte çamur kahvesi renkli Thames nehrinin iki yakasında kurulu, yemyeşil parklarla, bedava müzeler  ve sanat  gelerileriyle dolu, özgür bir şehir. Gerçek sanat, sanatçı ve yetenek alkışlanıyor burada. O kadar özgürsün ki hayalindeki mesleği icat edip yapabilirsin burada. İfade özgürlüğün var. Hangi dilde istersen konuşup gelişebilirsin. Heryerde bedava kütüphaneler. Çocuklar parklarda büyüyor, toprakla yeşille temas içinde. Her yerde vakıf mağzaları bağışlanan eşyalar satıyor, ikinci el giyisi mağzaları ise kanser, kalp, çocuk esirgeme gibi vakıflar için oluşturulmuş. Kullanılmayan giyisilerin, ayakkabuların, eşyaların bağışlandığı büyük kutu yerleri de mevcut. Dayanışma, insana yardım gibi kavramlar daha küçücük yaşta sosyal bilincin bir parçası oluyor. Parana göre değil, sırana ve kişiliğine göre ağırlanıyorsun burada. Burada kadınlar özgürce giyiniyor, özgürce başkaldırıyor erkek egemen dünyada. Namus kavramı mı o dürüst olmak, saygılı ve hoşgörülü olmak gibi birşey onlar için. İnsanlar evlenmiyor, güzellik kaygısı gütmüyor, herkes kendini olduğu gibi seviyor kabul ediyor. Tembellik de var. Örneğin zahmet edip başka bir dil öğrenmeyen, öğrenme çabası bile göstermeyen milyonlarca kişi ile dolu burası. Şişmanlık ya da kilolu olmak hiç sorun değil.bol çocuk yapıyorlar. Kendilerini dev aynasında görmekte üstlerine yok. Dünyayı biz yarattık, medeniyet biziz tarzı havalarından geçilmiyor. Oysa insana olan mesafeleri bayağı büyük, bakkal yok mesela, ne bileyim evin oradaya yakın kahve yeri bile yok herşey mekezde toplanmış. Hep büyük ve soğuk marketlerden alışveriş yapılıyor. Herkese ve herşeye yabancı kalmayı seçiyorlar.
 Güzel olan herşeyin yanında zıddı da mevcut çöp atanı da var, sokaklarda bağırıp çağıranı da, metroda yolda yemek yiyip artıklarını toplamayan da, insana ait herşey bu şehirde var, kimse gözünde büyütmesin, büyütmemeli de. Şimdilik benim için soğuk ülkenin soğuk insanları diye tanımlıyorum burayı. Nasıl desem benimsemek için alışmam gerekecek. Bu kadar soğukluk ve bu kadar düzen benim için isyan sebebi.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

İSTANBUL

  Bir düzensizlik, bir keşmekeş var bu şehirde. İnsanların da her haline yansımış bu karmaşa. Aceleci ve asabi, sinirli ve uykusuz, çalışmaktan harap olmuş bir şehir İstanbul. Kendini sevmeyen ama sevgiye susamış, ağlayan bir çocuk gibi çokça. İçinden geçip giden sayısız heba olmuş ömür.Her anlamda can alıcısın İstanbul.


 Yine de yüzyıllardır bir şekilde kutsanmış ki içinde ne nesil bitiyor, ne aşk, ne dert, ne sevda, ne sıkıntı, ne mutluluk, ne derman ne dermansızlık. İçindeki milyonlar şehrin dalgalarında ileri geri savrulup gidiyor bilinmezliğe,her günü başka tasa, her anı başka huzur. İstanbul büyük bir dalga gibi vuruyor hepimizi sahile, öyle güçlü ve öyle bağımsız ve kuruyortahtını herkesin gönlünde. 
   İçindekilere sorsan dışına kaçma peşinde, dışındakiler ise hep onun hayalinde. İnsan, fikir, duygu ve düşünce akışının nereden nasıl olacağı öngörülemeyen, sır dolu, dizginlenemeyen bir şehir İstanbul. Kalp atımı düzensiz, bipolar rahatsızlığı yaşayan, kuru kalabalık, balık istifi gibi herkes ve herşey üst üste. Burada, doğru yanlışın, yanlış da doğrunun içinde erimiş gitmiş. Gel de ayıkla pirincin taşını. Tüm bunlar yüzdenmidir ki içinde yaşayanların ömrü hep kısa olmuş? Kim bilir, kim bilebilir?


  Yine de büyülenmiş gibi içinde tutuyor insanı bu şehir, kaçabilmektir hayalin ama gittiğinde biraz öteye bile özlem bir türlü bırakmaz peşini ve ömrünce afyon gibi içine çekmeden edemediğin havasına tutkun yaşatıyor seni. Yarı uyanık yarı uykulu, hakla haksızlık arasında bir yerde. İstanbul aşiği olmamak elde değil, karmaşası, çeşitliliği, sesi, sabahı, akşamı herşeyi başka güzel. İnsanın her türlü can damarıyla oynuyor, sana dokunup uçsuz bucaksız zevkler yaşatıyor önce, sonra da seni yerden yere vurup yara bere içinde bırakıyor.  Şiddeti de, aşkı da bambaşka tadta, onunla da onsuz da olmuyor.


  Çay sesi, korna gürültüsü , insan yığını, et kokusu, ter, pislik, çöp, sigara izmaritleri, boğazın güzelliği, Nişantaşı’nın güzel virtinleri, fırından taze çıkan ekmeğin kokusu, simitçinin sesi, boyalı estetikli kadınları, metroseksüel cins erkekleri  ve kapıcı şikayetleri, bakkal efendinin doyuracağı beş boğaz ve aşk. Ne yücedir, ne güzeldir İstanbul’da aşk. İstanbul aşkın şehri, benim aşkımın, hiç bitmeyen ve her yeni günle karmaşasını, yaşam mücadelesini veren ve dolgun dudaklarıyla yine sana geldim deyişiyle İstanbul benim cennetim ve cehennemim çokça Araf’ım işte. İstanbul tarifsiz duygular içinde hem kederli, hem coşkun bir kadın gibi duygusal bir de. İstanbul bir taze gelin, bir kaynana, bir kardeş, bir aile, bir dost gibi şimdi. İstanbul nazlı bir sevgili, İstanbul büyüleyici bir manken, İstanbul berdüşt bir sarhoş, İstanbul benim can damarım.Atsan atamazsın, kessen kesemezsin.



  Sevdiğim sevmediim ne varsa hepsi sende İstanbul’um, hayalim, yaşamdaki benlik gerçeğim. Varlığın da dert, yokluğun da. İstanbul, gençlik enerjini emen emerken de kalbin akıldan önemli olduğunu sana söyleyen ve nihayetinde seni sana öğreten şehir. İstanbul yalnızlık ve ayrılık vaktinde avutulmayan bir sancısın şimdi. İstanbul'um özledim seni. Tutkunum sana şimdi.


3 Şubat 2015 Salı

Cambridge

Londra’dan sıkılıp biraz da başka bir şehrini göreyim bu İnglitere’nin diye yola çıktığımda aslında Londra’dan pek de farklı olmayan bir yerle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Yanılmışım!




Üniversite şehri olmasından ve nüfusunun 125.000 civarı olmasından mı ne huzur buldum Cambridge’de, belki de içinde yaşayan gençlerin enerjisinin ya da aurasının yansımasıydı bu. Şehre hakim olan o harika mimariden büyülendim.



Temiz sokakaları ve derli toplu yapısıyla bu şehir insanın hayatının sonuna kadar orada olmaktan mutluluk duyabileceği herşeye sahip, sadece dünyanın en iyi üniversitelerine sahip olmasından dolayı değil, İnglitere’nin en iyi mimari yapısına da örnek, modern binalarla gotik tarzdaki kiliseleri, parkları, nehir kenarındaki evleri gerçekten insanın yüreğine huzur serpiyor. Yürüyerek birkaç saatte şehrin hakimi olabiliyor insan.



Şehir küçük ve derli toplu. Londra’nın kalabalığından eser yok, garip bir şekilde şehirde pek turiste de rastlayamadım o gün, bol bol öğrenci,genç, orta yaşlı ve yaşı ilerlemiş bir sürü de bisikletli.Her sokakta onlarca bisiklet. Çocukluğumda üstünden inmediğim bisiklete binme zevkini tatmayalı ne çok oldu diye düşündüm birden. Bu insanlar neden şanslı diye düşünmedim , biz türkler bunu yaşayacak ve yaşatacak herşeye sahipken neden insanımıza bu mutluluğu tattırmak istemediğimizi düşündüm.



Hayatı hep zorlaştırmak üzerine herşeyi yaptığımızı açıkça bu mesafeden fark ettim. Bazı şeyleri görmezden geldiğimizi ve birçok gerçeğe perde çektiğimizi farkettim. Neden örneğin işe bisikletle gitmek gelmek yerine otobüslerde üst üste nefesi nefesimize karışan bir sürü yabancıyla içiçe olmaktan enerjimiz bitmiş tükenmiş şekilde eve gitmekten hoşlanıyoruz? Neden oturduğumuz eve yakın iş bulamıyoruz ya da işe ulaşabilmek için hep uzun yollar katetmek zorundayız, neden vakit denilen şey avrupa insanına göre bizde hep daha az, öyle çok soru ve o kadar çok cevapsız ve çözümsüz kalan düşünceler, geldi gitti aklımdan.

O çok uluslu dünyanın her yerinden insanın yaşadığı yer olan Londra’dan eser yok Cambridge’de, sanki onca paki, hindu, hispanik, türk, rus, polonyalı  hepsi Londra’nın ötesine adım atamamış, oranın dışına çıkmaktan korkmuş gibi, bu sadelikten, bu düzenden, bu huzurdan korkmuş gibi. Öyle ya büyük şehrin kalabalığı ve gürültüsü, karmaşası ve stresi hepimizin DNA’sına, genlerine işlemiş, onsuz yapamıyor gibiyiz...



Cambridge benim ruhumu ele geçirdi. Bu steril, çok temiz, dar sokakları ve oradaki sokak kafeleri ile eski kiliseler, eğitim binaları ve kütüphaneleri ile kendimi hem bir akdeniz kasabasında, hem de film 7 kitap kahramanı gibi zamanın akışı içinde kaybolmuş hissettim, bir sokağında 14.yy’da yürürken başka bir sokağında 18.yy’ı yaşadım, ömrüme ömür, dünyama yeni bir dünya görüşü kattı Cambridge. Gezen mi çok bilir okuyan mı sorusuna, okuyan mutlaka gezmeli saptamamı ekletti bana.



Şehirde adım attığım her yer kilise, mimarileri büyüleyici olsa da bu kadar çok kiliseye bu küçük şehirde neden ihtiyaç duyulabileceğini bir türlü aklım almıyor. Başka bir şehirde rastlanır mı buncasına da merak ediyorum doğrusu. Dini otoritenin bir zamanlar, çok uzun yıllar boyunca Avrupa’da tek otorite olduğunu da unutmamak gerek elbette. Belki de işte bu otoriteden savaşarak, canlar vererek fazlasıyla çekmiş olan Avrupa insanı bu kiliselerin her birini birer ders vermek amacıyla ayakta tutmak istiyor. Kiliseler bir ders, bir otorite, bir baskı ,bir korku unsuru gibi orada dikiliyor ama aynı zamanda da dinin hakimiyeti karşısında insanın zaferi gibi, dini devlet işlerinden ayırabilmiş olan insanın zafer anıtı gibi orada yükseliyorlar.


Benim büyüdüğüm kadaba da 100.000 kişilikti ama şehirde tek bir kilise ve tek bir cami vardı, herkesin huzuru, mutluluğu, insana saygısı, çevreye duyarlılığı vardı. Bizler de isiklete de biniyorduk, parklarımız da eşsiz yeşillikteydi, nehrimiz yaz kış de akıyordu ve şelalemizin etrafında oluşan gölde yazları yüzüyor ve güneşleniyorduk. Evlerimizin bahçelerinde güneşte ısınan sularla duşa alıyorduk. Nerede kaldı o güzelim zamanlar ahhh....Anladım ki parayla satın alınamayacak huzurlu büyülü, mutlu çocukluğumu hala arıyorum ama hiçbir yerde tam olarak bulamıyorum.


 Veni , vidi , vici!


27 Ocak 2015 Salı

Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance) / Birdman ya da Cahilliğin Umulmayan Erdemi

Alejandro Gonzalez Iñárritu en sevdiğim yönetmenlerden biri. İnsanın iliklerine kadar işleyen duygu dünyasını, yazdığı senaryolarla ve seçtiği oyuncularla buluşturabilenlerden Iñárritu günümüze ait insanın acılarını, yalnızlığını, itilmişliğini, sevgisizliğini, kötü talihini, kader denilen kadersizliğini çok iyi analiz edip konuyu görsellikle harmanlayabilen ve bunu sinematografik olarak seyirciye sunabilen yönetmenlerden biri benin için.

Filmin konusunu özetlemek gerekirse şöyle : Film, yıllar önce hasılat rekorları kıran bir süper kahraman olan Birdman rolü sayesinde büyük bir ün kazanmış olan ve yıllar sonra Broadway’in küçük bir tiyatrosunu satın alıp kendi oynayıp, yönettiği bir oyun ile ayakta kalmaya çalışan Riggan Thomson’un hikayesini anlatıyor.  Film Raymond Carver’den şu dizelerle açılıyor :
“Ve bu hayattan umduğunu
buldun mu, her şeye rağmen?
Buldum.
Ne ummuştun?
Umduğum kendime sevilmiş denmesiydi,
Kendimi sevilmiş hissetmekti yeryüzünde.”
( And did you get what
you wanted from this life, even so?
I did.
And what did you want?
To call myself beloved, to feel myself
beloved on the earth.)
Birdman, yalnızlık içinde, yalnızlığın derinliklerinde yaşayan, unutulmaya yüz turmuş eski bir oyuncu. Tanınmış Birdman insanlara çokça aksiyon, görsel efektlerle dolu filmlerle toplumun sevgisini ilgisini almış biri. Hayat için değerli mesajlar vermek yerine anlık zevkler, basit numaralar, geçici adrenalin salgılatan sahneler, balondan şişirme hikayelerle ünlenmiş biri o. Buna karşın  Riggan Thompson ise Broadway’de sahnelemeye çalıştığı tiyatro oyunuyla aslında içindeki “ben”i, ruhu, yeteneği ve yaşamı dahi yaşayamamış olan, o topluma mal olmak uğuruna ailesine vakit ayıramamış, bundan pişmanlık duyan biri. Filmde Birdman ile Riggan’in  arasındaki içsel çatışmaya, gel gite sürekli tanıklık ediyoruz.



Filmin başından beri Riggan özdeşleştirildiği Birdman’in sadece oynadığı karakterlerden biri olduğunu anlatmaya çalışıyor. Aslında Birdman gibi süper kahramanların söyledikleri ya da yaptıkları ile akılda kalan bir aksiyon film oyuncusuna karşılık,  Riggan’ın geçek olduğunu, insan olduğunu, yetenekleri  ve duyguları olduğunu anlatıyor. Birdman dışında başka bir benliği olduğunu haykırsa da oyuncumuz bununla kimsenin ilgilenmediğini, onun sıradanlığının prim yapmadığı gerçeği ile sürekli yüz yüze gelir. Bu onu içten içe yaralar. Herkesin Birdman’i olabilmek uğuruna aslında esas Riggan olamadığını, ailesine sahip çıkamadığını, kızı büyürken yanında olamadığını, şöhret olma bağımlılığı ile boğuşmasını izlerken Riggan’ın bundan dolayı çektiği vicdan azabına da tanık oluyoruz.Tüm bunları farkına vararak Riggan olmayı seçtiğinde, kızı da yanındayken, eski eşi de onu desteklerken para kazanamadığını, insanların  gerçek oyunculuğuyla, sahnelediği oyunla ilgilenmediklerini ve bu ikilem karşısında çektiği acı ve yaşadığı derin sevgisizlik ve yalnızlıkta  aslında etrfındakileri , kendini  ve sevdiklerini de bir türlü tatmin edemeyen, sevemeyen biri olduğunu görüyoruz.
Filmin şu sahnesi de aslında Riggan’ın iç dünyasıyla örtüşüyor. Donla sokakta kaldığında denk geldiği bir adam yüksek sesle Macbeth’ten şu bölümü alıntılıyor:
‘’Hayat dediğin nedir ki;
Yürüyen bir gölge bir zavallı bu sahnede.
Bir saat boy gösterip boyun kırıp gidecek.
Bir daha da duyulmayacak artık sesi.
Bir aptalın anlattığı bir masal bu.’’
Tıpkı tiyatro sahnesinde oyun sergilendikten sonra ışıkların kapanması gibi, bize sunulan o parlak yaşamın ardındaki karanlığı, acıyı , kaybolmuşluğu, kimsesizliği, sevgisizliği filmde çok iyi verilebilmiş İnarritu.


İnsanın beslediği ego, insanlara topluma mal olan birinin unutulmaya mahküm bir zamanda küllerinden yeniden doğma çabası, parasızlık, kişilik sınıntısı, aile ilişkilerindeki başarısızlık, meslektaşlarıyla geçimsizliği ve en çok da kendisiyle savaşması yapmak istediklerine karşılık ondan bekleneni yapması arasında sıkışıp kalman adamın dramından, hayatından bir kesiti bu film.
Birdman aslında toplum içinde var olurken kendi değerlerinden ve kendisi olmaktan vazgeçen insan. Ailesini, para ve şöhret ve iş uğuruna terk eden, sevdikleriyle vakit geçirmek yerine toplumdaki aksiyon düşkünü insanların hayatında aptal bir hayran kitlesinin hayatında bir poz bir poster olmaktan öteye gidemeyen bir şöhret hastası Birdman.


Eleştirmenler de filmden nasibini alıyor, sadece konuyu ele alıp arkadaki tüm çabayı, işine gecesini gündüzünü, hatta hayatını adamış insanı hiçe sayan eleştirmenlerin katılığını da eleştirmek istemiş İnarritu. Bunu yaparken belki de hepimiz başkalarının hayatları konusunda o katı bükülmez eleştirmenler olduğumuzu, dinlemeden görmeden, bimeden diğer insanların hallerini, yaşamlarını acımasızca ve onyargılı eleştirdiğimizi anlatıyor.
Her parlak işin arkasındaki karanlığı görmezden gelmek ise hepimizin yaşadığı bir yanılgı. O parlak Brodway ışıklarının arka plandaki karanlık odalar, dar koridorlar, oyuncuların sıkışmışlığı aslında bize sunulan sadece görüntüden ibaret olan ferahlığın bir illüzyondan ibaret olduğunu açıkça gösteriyor.Birdman herkes gibi bir insan, kendisi olamamış, topluma mal edilmiş bir kayıp kişilik, evde farklı, işte farklı, dışarıda başka, arkadaşlarıyla bambaşka olan maskelerle yaşamak zorunda kalan basit insanın hayatını ben de varım demek adına zorlaştırması.  Hepimiz aslında o arka sahnedeki dar koridorlarda sıkışmış kalmış kişileriz.



İnsanlara basitçe istediklerini sunmaya devam ettiğin sürece ününe ün, parana para katmaya devam edersin. Filmde Riggan Thompson tam da cehalet mi yoksa kendin olmak mı arasında sıkışmış kalmış kahramanımız. İntihar olayının başarısızlığı sonucunda yeniden kendinden söz ettirmiş izleyici/ takipçi sayısını arttırmış ve kitlelere kendinden söz ettirebilmiştir.



Riggan bu mu, Riggan kim, Birdman mi? Unutulmaya yüz tuttuğunda insanın aslında geriye dönüp baktığı o hayatı boşuna ve hiçkimse olarak geçirdiği zamana meydan okuyan biri mi?
Birdman, kendi yalnızlığında, hayati değerlerin içinde değersizleşen biri. Riggan’ın sahnelediği oyun Raymond Carver’ın “What We Talk About When We Talk About Love” isimli oyunudur.Oyunun final sahnesinde adam, onu aldatan karısına ve karısını yatakta bastığı diğer adama silahı doğrulturken ağzından şu soru cümlesi çıkıyor: “Neden hep en nihayetinde insanların beni sevmesi için yalvarıyorum?” Son cümlesi de: “Ben yokum. Burada mıyım ki?” diyerek tetiği çekiyor.
Filmde iliklerime kadar hiçkimse olduğumu hissettiren İnarritu bana aslında bağırarak fısıldıyor : Şimdi yol yakınken sevdiklerine, ailene ve dostlarıma daha çok sarıl, onlarla daha iyi vakit geçir. Şu kısacık ömürde toplumun ya da etrafımdakilerin bana dayattığı kişi olmaktansa kendim olmayı bilmem gerek. Bu çatışmanın bittiği yerde gerçek huzur ve değerler var.
Bırdman’in tersine gecikmeden hayatta istediklerimizi yaptığımız, sevdiklerimizle kucaklaştığımız, kendimizle barıştığımız, gerçek  kendimizi bulduğumuz ve varolmanın, sevmenin, sevilmenin her anın kıymetini yaşayarak ve sevdiklerimizle yaşlanarak hayatı yaşamak dileği ile…kim olursak olalım, ne olursak olalım, nerede olursak olalım , sevginin ve sevdiklerimizin kıymetini bilelim, zira gerisi boş.
Ego, şöhret tutkusu, izlenme ve izleme açlığına, psikolojik bozukluklarımıza, sevilme, beğenilme arzumuza, bilgiye ve herkesten yukarıda, herkesten üstün olma açlığımıza tokat yapıştırıyor Birdman.
Filmin sonunda Cengiz Aytmatov şu sözler de aklıma gelmiyor değil :“Aslında her insan bir romandır ve biraz kahramandır. Gün gelir anlar ki, harcadığı tek şey hayalleri değil, zamandır.”
Filmde 4 ayrı son var kanımca, ilki sahnede intihar eden Riggan, ikincisi hastanede kurtulmuş olan Riggan, üçüncüsü hastanede camdan atlayarak intihar eden Riggan ve sonuncusu herkesten ve herşeyden arınmış aydınlanmış insanoğlunu doyurmsuzluğunu çözen, kendi varlığının farkındalığına varan ve herkesten ve herşeyden özgürleşmiş olan Riggan ....Seçim size kalmış, siz hangi Riggan’sınız?