31 Aralık 2012 Pazartesi

Eğer insan kendini yenileyebilirse, o zaman gerçekten "Yeni Bir Yıl" olur.

Hayat seçtiklerindir! Ne seçtiysen onu yaşarsın! Mutluluğun da, mutsuzluğun da anahtarı bunda.Eskiden en çok sahip olduğum şey vakitti, yaşla birlikte o da su gibi akar oldu, bir türlü yakalayamıyorum günü, birşeyler için hep bir koşturma hali içinde bitkin, yorgun argınım çokça. İçimde kalan birkaç damla hayat belirtisini de evdekilerin huzuru için harcıyorum.
                                              
Artık ne geceler yetiyor dinlenmeye, ne de gündüzler yetiyor kendin için birşeyler yapmaya. Vakit inanılmaz, geri dönülmez bir hızla kaçıyor benden. Evden işe, işten eve, sürekli bir yerlere yetişme çabası içinde, trafikle boğuşurken, stresli günlerin monotonluğunda ellerimin arasından kayıp gidiyor yaşamım. Herşeyi omuzlarımda taşıdığımı sanıyorum bazen, dünya yükü ağır geliyor. Yaptıkların ne görülüyor, ne de duyuluyor. Beni bilmek istemeyen duyarsızlar ordusu içinde, söylediklerime sağır, hissettiklerimle hiç ilgilenmeyen bir dünyada ben de varım çığlıklarımın uğultusu sarıyor yeryüzünü. Boşluk.  
                                     

Ne gerek var bu kadar hisli olmaya, su yolunu bulur, yaşam ha öyle ha böyle illa ki geçiyor. Değişim şart!
Değişime kendimle başlayacağım, çünkü ancak değiştirebiliyorsak, yeniliyebiliyorsak kendimizi o zaman anlam kazanır yaşamımız. Bunu başardığımızda gerçekten kutlanmaya değer olur yaşamımız! 

                                      

Yeni 2013 yılının kutlanmaya değer olaylarla dolu olması dileği ile...

                                      

27 Aralık 2012 Perşembe

Bu yılbaşı gecesi...


Ne çabuk geçti o karli günler, hemen ardından güneş açtı ve günlük güneşlik bir hava neşe saçıyor dışarıda. Bunu da sebep bilen herkes yılbaşının da iyice yakınlaşmasıyla caddelerde kuru bir kalabalık yapıyor. Böyle zamanlada heryer tıklım tıklım, sürekli birilerine ha çarptım, ha çarpacağım edasıyla yürüyemez oluyorsunuz caddelerde ve bir türlü tadını çıkartamıyorsunuz kış güneşinin. İnsan seli akın akın üstünüze geliyor, tüm şehri kaplıyor, daraltıyor içinizi.



Ne garip, ilerleyen yaşla birlike heyecanlarım başka bir hal alıyor. Daha durgun ve daha mütevazi oluyor dileklerim. Aslında daimi olması gerekeni diliyorsun: daha çok huzur, daha az stres.

Yılbaşı akşamlarında, dışarıdaki bu tuhaf gereksiz kalabalığı garipsiyorsun, gençlerin tıklım tıklım caddelerde, sokaklarda, eğlence mekanlarında yalnızlıklarını unutmaya çalışmaları, hiç tanımadıkları kişilerle birlike ortak bir yapay mutluluğu paylaşmayi seçmelerine şaşırıyorsunuz. Uzak bir mazi gibi geliyor daha birkaçyıl önceki hallerim. Biliyorsun : sevgi aslında yanı başında, sevgi ailende, sevgi sana emek veren ve seni büyütenlerin yanına, sevgi yuvanda, evinde. Olduğun gibi kabul edildiğin, değişmek zorunda olmadığın, bir maske takıp yeni yüzünü kabul ettirmek durumunda kalmadığın tek yer kendi sıcak ve sevgi dolu evin.

Dışarıda, o soğukta, bunca tanımadığın insanla birlikte, yapay keyif vericilerin etkisiyle çok eğleniyorum imajınız nasıl da sahte, nasıl da samimiyetsiz ve nasıl da gelip geçici geliyor şimdi.
Sizi bilmem ama ben uzun zamandır yaptığım gibi yeni yıla evimde, sevdiğim ailemle birlikte giceceğim, onlara birkez daha sımsıkı sarılıp, onları ne kadar sevdiğimi söyleyeceğim.Yeni yılda sağlık ve mutluluk dileyeceğim herkes için. Huzurlu ve sakin geceme sevdiğim melodilerin fonunda, lezzetli ve özenli bir yemeğin eşliğinde herkese hediyelerimi vereceğim. İsteyerek ya da istemeyerek sebep olduğum kalp kırıklıklarının sadece gireceğim bu yeni yılda değil bundan böyle hiç olmaması için daima çabalayacağıma kendime söz vereceğim.
  

Sevdiklerimizle, canımızın içi ailelerimizle birlikte daha nice güzel yılbaşı akşamları geçrimek dileği ile...

26 Aralık 2012 Çarşamba

Arya eşittir euphoria

Arya eşittir euphoria

Opera sevmeyen insanların dahi dinlediği, dinlerken de zevk aldığı bazı aryalar vardır. O aryalar insanın en derinine sızarlar, duygulandırırlar onu, öylesine insancıldırlar ki her dinlendiklerinde içinde kanın akışının farklılaştığını, en küçük hücrelerinin bile genişlediğini hissedersin.Kalp atışların değişiyor ve yaşıyorsun diye gümbür gümbür haykırırlar sana notalar. Zevkin doruk noktasına ulaşırsın çünkü tam da o anın sonsuzluktan süzülüp sana doğru bir armağan gibi aktığını bütün benliğinle kavrarsın.


O aryalar seni senden alıp ruhunu ele geçirirler, onu gezmediğin bilmediğin diyarlara götürürler. Dinledikçe de çoktandır unutulmuş, içinde karanlık bir köşeye sıkışmış anıların bir anda canlanmaya başlar, son günlerde yoğun iş temposundan ya da hayatı yakalama yarışının yorgunluğundan bir türlü hatırlamadığın binlerce güzel sözcük,hareket, olay örgüsü etrafında uçuşur ve sevgi damarlarında dans etmeye başlar, tam o an dünya kucağındandır ufalmıştır ve sen kendi dışına çıkabilmişsindir. Tüylerin diken diken olur. İşte o an  bu dünyada yaşayabileceğin , doyasıya tadını çıkarabileceğin bundan daha güzel bir anın olmadığını düşünürsün. İşte tam o an, o aryanın büyüsüne kapılmış ve esiri olmuşssundur güzelliğin , zevkin, harmoninin, melodinin. Birkaç dakika sonra seni tamamen ele geçirdiğinde de onları bu hayatta dinleyebildiğin için, bunları hissedebildiğin için, var olduğuna şükrettirir.


Hayatım boyunca dinlemekten asla bıkıp usanmayacağım birkaç tanesini burada paylaşmadan edemeyeceğim. Onlar olmazsa olmazlarımdan.  
1) Leo Delibes’in 'Lakme' operasındaki “Flower Duet”i ne çok filmde , ne çok reklamda kullanılmıştır etkisi kanıtlanmış bir haz verici.
2) Hendel’in ‘Rinaldo’ operasındaki “Lascia ch'io pianga” ariyasının Tuva Semmingsen ve Philippe Jaroussky yorumlari müthiş ötesi
3) Puccini’nin ‘Madame Butterfly’ operasındaki “Un bel di verdemo” Maria Callas yorumu
4) Umberto Giordano’nun ‘André Chenier ‘ opersındaki “La mamma morta”nın yine Maria Callas yorumu
5) Puccini’nin ‘Tosca’ operasındaki “E lucevan le stelle” Placido Domingo ya da Pavarotti yorumu 
6) Aleksander Borodin’in ‘Kniaz Igor’daki Polovtsian Dances 



 Ruhumuzun gıdasız hiç kalmaması dileği ile...

25 Aralık 2012 Salı

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır

Kahvenin kokusu sevdiğimiz pekçok şeyi çağrıştırır. Kimine güzel bir kitabı, rahat bir koltuğu, kimine eski hatıraları, kimine özlenen bir dostu, kimine sevgilini sıcak elini...Oldum olası kahveyi ve onun kendine has davetkar kokusuna bayılırım. Daha küçüklüğümde hafızama kazınmış olmalı bu keyif içeceği. Dün gibi hatırlıyorum, annem alırdı cezveyi ve şöyle okkalı, telveli,  bol köpüklü kahveler pişirirdi: kendine, babama, dedeme, arkadaşlara, sadece merhaba demek için kapıdan uğrayan komşulara, eve gelen misafirlere. ..Kahve hiç eksik olmazdı evimizden ve her seferinde ona ya kısa bir buluşma ya da uzunca bir sohbet eşlik ederdi.
Benim en sevdiğim, içmeye doyamadığım kahve, türk kahvesidir. Özel bir rituel gibdir onu hazırlayıp sunmak, içmek. Zaman alır hazırlanması ve yavaş yavaş pişer iyisi.

Düşünüyorum da, herkesin hayatında kahvenin diğer tüm içeceklerden farklı bir yeri vardır. Nerede ve nasıl yapılırsa yapılsın saklanamaz varlığı. Her ortamda, hemen kendini belli eder, kokusunu duymamak olanaksız, onu gizlemek ise imkansız. Girdiği, sızdığı her mekanda güzel bir kadının varlığı kadar etkileyicidir aslında. Haykırır, çığlık çığlığa bağırır buradayım diye. Ne zaman içersen iç, içtiğinde dinlendirir, uykunu açar,  uyuşukluğunu alır, neşelendirir, keyiflendirir. Sohbet çağrısıdır kahve, hem de en samimi olanından, en derin dugularını dahi açığa çıkartır bazen psikolog misali. Her kokladığında canın çeker, tiryaki eder kendine. Kahve davettir, muhabbettir, şenliktir, mutlulktur, rahatlamadır, paylaşımdır, bütünleşmedir, sevgidir, dostluktur, ailedir. Güzel olan herşeydir kısaca. İnsanın kendine sunduğun bir ödüldür aynı zamanda.

Tüm bunları düşününce yeryüzündeki yaygınlığına şaşırmıyor insan.Boşuna da çoğalmadı son zamanlarda  etrafımızdaki kahveciler. Baksanıza, nereye dönseniz bir Kahve Dünyası, bir Starbucks, bir Nero , bir Robert’s, bir Tchibo görüyorsunuz. Hele çeşitliliği nasıl da arttı kahvenin, her damağa, her ağıza uygun tat sunuluyor bizere: macchiato, latte ,mocha, karamel, aromalı, aromasız, sade, sütlü ve daha niceleri. Günün her saati ağırlar yalnız insanları, kalabalık grupları, sevgilileri, gençleri, yaşlıları, ders çalışan öğrencileri bu kafeler. Kanımca bu kadar farklı yaş gurubundaki insanı bir araya getirebilen başka bir içecek yoktur yeryüzünde, insana yaşamı boyunca bu kadar hoş vakit geçirtenini de arasanız bulamazsınız.


Sevgi dolu, sicak, samimi ortamlarda sevdiklerimizle, nice nice güzel kokulu nefis kahveler eşliğinde eşsiz günler geçirmek dileği ile...

Notlar:
1. Kahve ağacının ilk bulunduğu yer Habeşistan'ın Kaffa yöresidir. Arapça karşılığı "qahwah " dır. Kahve bugünkü anlamını 14.yüzyılda kazanmaya başlamıştır. Araplar bugün bilinen kahveyi henüz tanımıyorken bu kelimeyi keyif veren içki, şarağ anlamında kullanmaktaydı.
2. Kahve içerdiği kafein maddesinin uyarıcı niteliği yüzünden dikkat artırıcı ve stimülan özelliğe sahiptir. Ağrı kesicilerin etkisini %40 arttırmaktadır.
3. Dünya'da petrolden sonra en büyük ticaret alanını oluşturan üründür

24 Aralık 2012 Pazartesi

Büyücü Coltrane

John Coltrane  (1926-1967).
En sevdiğim saksafonculardan biridir. Enstümantal jazzın krallarından, müthiş bir sax virtüozü. Müziği yorumlama şekli bambaşka, sanki ruhumu okuyor ve iç dünyamın tercümanı oluyor her çalışında. Coltrane’e  büyücü demek hafif kalır. Seni senden alır, kendine aşık eder, seni küçültüp hafifletir, duygulandırır, umutlandırır, hüzünlendirir, yalnızlığını paylaşır. Başka türlü hissettirir. Boyut değiştirtir Coltrane. Sıkılmadan , bıkıp usanmadan günlerce saatlerce dinlenir ve her seferinde zevk verir. Müthiş! Sözle anlatılmaz, dinlenir Coltrane: “A Love Supreme”, “My Favotite Things”, “My One and Only Love” vs...

Müzisyen bir ailede doğmuş, babası birçok enstüman çalabiliyormuş, onun da enstrüman çalabilmesini teşvik etmiştir. 12 yaşında babasını kaybetmiştir. John müzik eğitimi alıp müzisyen olmayı seçmiştir çoktan. Miles Davis Quintet’te çalmış. Kendini bulmuş ve kendi grubunu kurmuş.Uyuşturucu bağımlısı, alkolik bu deha karaciğer kanserinden 41 yaşında yaşama veda etmiştir. Kısacık ömründe dolu dolu ölümsüzlük ekmiştir her eserde.

“In A Sentimental Mood”un Coltrane yorumu “ben’”im!

http://www.youtube.com/watch?v=r594pxUjcz4

http://www.youtube.com/watch?v=ecrE80rnjhw

21 Aralık 2012 Cuma

Karlı bir kış gecesiydi ve izledğim film "Deadfall"du.

Kış geldi! Bu sabah baktığım her yere kar manzarası hakim: ağaçların dalları kar yüklü, somurtkan çatılar bir yıldır biriktirdikleri kirlerini saklayabilmenin mutluluğuyla gülümsüyorlar bana. Ortalık bembeyaz. Büyük şehrin pisliği geçici bir süre için de olsa karlar altında. Camı açıyorum, ağızımdaki nefes buharlaşıyor, hava başka türlü kokuyor. Sokağa çıkıyorum hemen yamuk yumuk bir kardan adam çarpıyor gözüme, bir de kar topu oynayan neşeli çocuklar. Gülümsüyorum. Bir süredir face'te "3G: Gar, Gış, Gıyamet" gibi saçma sapan espriler dönüyor.Kısacası Avrupa'yı kasıp kavuran kara kış, dün yaşadığım şehri de ele geçirince, evde sıcak bir battaniyenin altına sığındım ve karlı bir film izledim.Tavsiye edermiyim diye sorarsanız "seyretmeniz ve seyretmemeniz arasında hayatınızda bir değişiklik olmayacağından seçim sizin " diye yanıt verirdim. 


Filmin adı "Deadfall", aksiyon niteliğinde bir drama. Filmdeki kar manzaraları görsel bir şölen niteliğinde.Başröldeki Eric Bana kötü adam olmanın hakkını çok iyi verebilmiş.
Filmin konusu ise şöyle: iki kardeş olan Addison ve Liza kumarhane soygunundan kaldırdıkları ganimetle Kanada sınırına doğru giderlerken kaza yaparlar ve kışın soğuğunda ortada kalırlar. Aynı sırada hapishaneden yeni çıkan boksör Jay şükran günü için , kazanın olduğu bölgede yaşayan ailesinin yanına gitmek istemektedir. Addison'un vahşi, insanlık dışı halinin tanığı olarak onun yaşam mücadelesini, ne pahasına olursa olusn hayatta kalma dürtüsünü,sadece kendini düşünme ve parayı kurtarma tutkusunu kendinizce açıklamaya çalışıyorsunuz, üstüste işlediği cinayetlerin nereye kadar varacağını, tüm bu gerilimin nerede biteceğini ve filmin ne şekilde sona ereceğini merakla bekliyorsunuz. Filmde en etkilendiğim sahne filmin sonuna doğru şukran günündeki akşam yemeğinde herkesin (iyi, kötü, masum, bahtsız, talisiz vs. gibi karakterlerin) masada oturduğu ve neye şükrettiklerini dile getirdikleri sahneydi. Gerilim, heyecan, aşk, aile, sevgi üzerine 90 dakikalık ufak bir dokundurma.Yani her filmde olduğu gibi kendi hayatımdan çıkıp başka birilerininkine sızdığım ufacık bir ara oldu bu benim için.
Aman siz siz olun,nerede va nasıl olursanız olun, daima iyilikten yana olun.

20 Aralık 2012 Perşembe

Sinemanın Prometheus'u :Louis Buñuel.

Sinemanın Prometheus'u :Louis Buñuel.

Gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biri de Buñuel'dir benim için. Filmlerindeki farklı kurgularıyla, zekice işlenmiş konularla sinemada pekçok klasiğe imza atmıştır.Tekrar tekrar seyredip her seferinde faklı bulabileceğin filmler çekmiştir. Seviyorum çünkü insan doğasını ve ruhunu çok iyi çözümlemiş ve bunu ekrana olabilecek en mükemmel şekilde  yansıtabilmiştir.Sana senin içindekileri okuyor, sana senin içindeki karanlık yönlerini aydınlatıyor bir nevi. Her filminde seni, tanıdıklarını, çevreni ve insanoğlunun yıkamadığı zaaflarını, zayıflıklarını, yaşamlarını, karakterlerini, inançlarını, ahlaksızlıklarını gerçeküstücü bir ironiye ve sıradışı bir anlatımla seyircisini büyüler adeta.


 
Sinema tarihçisi Ado Kyrou'ya katılmamak elde değil :"Tüm sinema tarihinde, Luis Buñuel'in eserinden daha özgür, daha kişisel bir yaratış yoktur . Kalıplara onunki denli uymayan, sinemasal geleneklere onunki denli karşı çıkmış, her türden tabu' ya onunki denli egemen olan bir sinema da yoktur . Alışılmamışta, akıldışıda, önceden bilinemezde son derece rahat olan, gülmecenin çeşitli alanlarıyla da içli dışlı olan Buñuel 'in sinemasında , gerçeküstücü devrim, bir emrivakidir, sanatının ayrılmaz bir olgusudur ."
Saygıyla eserlerinin önünde eğiliyorum sevgili Buñuel.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Sevdiğim yönetmenlerden Lars von Trier


Lars von Trier'yi seviyorum. Ama onun kendini sevdirme, popülarize etme çabası yok.Daha da önemlisi kendi kendisyle konuşup, kendini ikna etme çabasında sanki. Toplumdan dışlanmış, kaderine küsmüş bahtsız insanların sesi Lars von Trier. Onun hangi filmini seyredersem seyredeyim sarsılıyorum. Lars YIKIM'la eş anlamlı. Herşeyi yıkıyor, bildiğin, inandığın, saydığın tüm değerleri darmadağan ediyor. Sürekli ayağına batan bir iğne gibi çıkarmaya çalıştıkça daha da derine saplanıyor filmleri. Düşündürüyor ve tam anlamıyla rahatsız ediyor.Vuruyor, tokatlarının ardı arkası kesilmiyor.İntikam alır gibi insanoğlunun zaaflarıyla, içinde yenemediği kötülüğüyle, bağnazlığıyla, zayıflıklarıyla oynuyor, oynatıyor. Lars Von Trier insanın içini kemiriyor, yavaş yavaş , bilinçli ve umutsuzca acıtıyor. Sinemada son noktam sensin Lars.

18 Aralık 2012 Salı

Chopin / Nocturnes

http://www.youtube.com/watch?v=V60USaluxGA

Last Tango in Paris


Paris’te Son Tango.

Yer Paris, Mekan bir apartman dairesi, Oyuncular bir kadın ve bir erkek ikisi de birbirine yabancı.Amaç vücutların şehvetini gidermek ve yalnızlığı öldürmek.
Adamın koyduğu kurallara göre oynamak ve birlikte olmak kadını ilk başta cezbetti: isim yok, geçmiş yok, sorumluluk yükü yok. Kadın adamla birlikte oldukça ona bağlanmaya başladı , hatta aşık oldu, kendini sadece vücut olarak sunmak değil herşeyiyle vermek istedi, hayatını ona vermek istedi. Adam bunu reddederek koyduğu kurallara göre ilişkiyi sürdürdü ve bir süre sonra bu kadını yordu. Kadın bu ilişkide kendini yalnız hissetti.
Zaman zaman küçümsediği toy ve saftirik erkek arkadaşı bile onu özel hissettiriyordu, onu önemseyip, bir kadın olarak söylediği herşeye yanıt verip ona değer veriyordu.Ve kadın düşündü:gerçek olan doğru olan bunlardı. İsmiyle cismiyle varolmak ve özel hissederek yaşamak. Erkek arkadaşını seçti.
Adam kadına aşık olduğunu,ona tutulduğunu kadın gittiğinde anladı, anladı ki sevilmeye ihtiyacı var, ona değer verilmesini istedi, dokunulmak ve önemsenmek istedi.Bu dünyada ismiyle ve cismiyle yeniden varolmak istedi.  Ama artık çok geçti. Kadın adamı artık istemiyordu, ondan vazgeçmişti ve seçimini yapmıştı.Ondan arınmıştı.
Onu kendinden atması da zor olmadı çünkü o hiçkimseydi hayatında.
Adam kadını buldu ve ona kim olduğunu, nasıl bir geçmişi olduğunu anlatmaya başladığında kadın bunları duymak istemedi, istediği tek şey kaçmak ve ondan kurtulmaktı. Amansız takip de böyle başladı ısrarla onu takip eden bu adamdan korkutu ve kaçtı, adam ısrarla kadını takip etti, sürekli vahşice doymak bilmeyen bir istekle kadına sahip olmak istedi ama kadın seçimini yapmıştı, onu istemiyordu, hayatında hiç varolmamışçasına onu sıradan bir yabancı gibi algıladı, adamı ona zarar vermek isteyen, onu ısrarla takip eden bir adam gibi gördü. Hayatı ve varlığı değerli olduğundan bu adamdan kurtulmalıydı.
Adam onu evine kadar takip etti, kadın eve girdi adam da peşinden, kadın eline aldığı silahla adamı vurdu ve ödürdü. Polis geldi. "adamı tanımıyorum", "beni evime kadar izledi".Nefsi müdafaa. Son!
Bertolluci  amerikalı, "hastalıklı" zihniyetli, aldatılmış, bir de üstüne üstlük karısı intihar etmiş bu adamı öldürmeyi tercih ediyor, yoksa film sonsuza dek sürebilirdi. Ne de olsa insanoğlu tutkularının peşinden kör ve sağır olarak sönsuza dek koşabilir değil mi.Yakışan dramatik bir son. Kadın doğasının da güzel bir aynası olmuş yani kadın "hayır" diyorsa "hayır" hayırdır.

Bana kalırsa filmdeki en çarpıcı şey "insan yalnızlığı"nı anlatma şekliydi.Sosyal ilişkileri bir kenara bırakın, baksanıza ikili ilişkilerde dahi ne kadar yalnızız. Bu da benim fikrim...

Kitaplar


Paylaşmayı sevmediğim şeylerin arasındadır kitaplarım.
Dünyanın ayaklarıma serildiği an bir kitabi okumayı bitirdiğim andır.Ve ne mutlu bana ki dünya birçok kez ayaklarıma serilmiştir.
Paha biçilmez bir his bu, hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Müthiş bir haz ve inanılmaz bir acı kaplıyor içimi o an. Bu inanılmaz serüvenin, hikayenin veya bilginin sona ermesi acıtıyor ama bedenimdeki her hücreme işleyerek benimle birlikte büyüyor, genişliyor ve dağılıyor yeryüzüne.
Her yeni kitap, yeni bir hayat ve yepyeni bir duygu, düşünce seli demektir. Önce ruhumu sarıyor, sonra bedenimi, sonra benliğimi ele geçiriyor ve yavaş yavaş sızıyor içime. Benliğim içerisindeki  güzellikleri ayrıştırıp kanıma karışması gerekenleri alıyor tıpkı bir bal arısınınki gibi işliyor süreç, gerisi ise bir şekilde solup gidiyor.
Büyücüdür kitaplar, seni senden alır, sana seni hatırlatır, sana seni anlatır, seni binbir şekle sokar  ve sana herşeyin ne kadar da evrensel ve evrenin sonsuzluğunda herşeyin ne kadar da geçici olduğunu hissettirir.

Okuma serüveninin hiç bitmediği bir yaşam sürmek dileği ile....

17 Aralık 2012 Pazartesi

Life in a Day
YouTube, Ridley ve Tony Scott'la işbirliği yaparak internet üzerinden, herkesten 24 Temmuz 2010 günlerini anlatan bir video günlüğü çekmelerini istedi ve192 ülkeden toplam 4.500 saatlik başvuru arasından işte bu 90 dakikalık film ortaya çıkmış. Düşündürücü, duygulandırıcı, yer yer sarsıcı, zaman zaman tüyleri ürpertici.

İnsan yaşamının yalın  ve çetin gerçeğinin perdeye yansıyan az bir kısmı.Ya sen seyirci,senin günlerin nasıl geçiyor?

Kitap Tavsiyesi : "Kabil" / José Saramago

Kesinlikle okunası bir kitap.Herbir cumlesine, herbir satirina, herbir sayfasina hayran kaldım. Siz de okuyun, okuyun ki yazar olmanin, kurgu yapmanin nasil birsey oldugunu kesfedin. Bunun ötesi yok dedirtecek kadar iddiali bir yapit.Siddetle tavsiye ederim.Farklı, yargilayici,düşündürücü, analiz eden, kitap okuma iştahını kabartan bir saheser. İyi ki varsın Saramago, iyi ki yazmışsın "Kabil"i.Nobeli hakkinla kazananlardan oldugunu her yapitinda gosterdin bana.Sana hayran olmamak elde degil. ''Kabil'' i bu kadar cazip hale getiren çevirmenin hakkını da unutmamak gerek.Alkisliyorum.

Neredeyim?

Platon'un mağarasındaki insanlardan biriyim. Alışkanlıkların esiri. Hiçbir yere gidemiyorum, rahatım yerinde burada.Büyük uğultulu şehrin kalabalığında kaybolmuş, itiş kakışın, stresin ve koşturmacanın esiri. Adım kısaca fixe sadece idee fixe değil monotonluğun ve vurdumduymazlığın gönüllü tutsağı.


14 Aralık 2012 Cuma

Alışkanlık felsefesi

Ömrümüzün bir noktasında, felsefi soruları unuturuz. Bunun önemli nedenlerinden biri şüphe etmekten vazgeçmemiz,dogmatik yanıtlarla yetinmemizdir. Şüphe,sunulan açıklamayla yetinmeme, var olan şeylerin olduklarından başka türlü olabileceklerini düşünme eğilimi olarak ortaya çıkar. O, merak ve hayret duygusunun tamamlayıcısı olan önemli bir faktördür.Şüphe, felsefi sorgulamayı harekete geçiren en temel güç ya da etkenlerden biridir. şüphe eden insan,gerçekliğin göründüğü gibi olmayabileceğini,görünüşün gerisinde farklı nedenler olabileceğini düşünen ve dolayısıyla algısal görünüşlerin ötesine geçebilen insandır. Bununla birlikte şüphe ederek ve sorgulayarak yaşamak her zaman ve herkes için kolay olmaz. Bu yüzden insanların büyük bir çoğunluğu kendilerine açık iki alternatiften biri olarak şüphe yerine rahat bir yaşamı seçerler. Şüphenin ve sorgulamanın riskinden, zaman zaman kaygıya yol açabilen yapısından kaçan insanlar, çoğu zaman alışkanlıklara bel bağlarlar. Alışkanlıklarının etkisiyle davranan ya da şüphe etmeden yaşayanlar, çoğu zaman bireyselliklerini veya bireysel kimliklerini unutarak kolektif kimliklerine bağlanırlar; herkesin yaptığı gibi yaparak, yaşadığı gibi yaşayarak, dogmatik kalıpların cenderesine sıkışmış bir biçimde sıradan bir hayat sürdürürler.

Huzur