28 Mart 2013 Perşembe

Like Someone in Love

 Like Someone in Love aşırı durgun sonu olmayan bir film. Herşey çok ağır, acelesiz ve sıkıntılı geçiyor. Tabakların ve kaşıkların şıngırtısı, trafiğin sesi, telefon zırlamaları, uğultu....
Akiko bir eskort kız, taşradan Tokyo’ya geleli iki yıl olmuş, üniversitede okuyor, fakat parasını çıkarabilmek için eskortluk yapıyor.

Film bir barda Akiko’nun nişanlısıyla telefonda kavga etmesiyle başlıyor. Uzun telefon konuşması, kızın nişanlısına kendini açıklamaya  çalışması, Akiko’nun çalıştığı adam  kızın istememesine rağmen onu yaşlı adamın  evine göndermesi...
Yönetmen seyirci hareketsizlikten boğuyor.
Aynı gün Tokyo’ya taşradan onu görmeye büyükannesi geliyor . Kız büyükannesini görmek istiyor, o gece işe gitmek istemiyor, zaten ertesi gün sınavı vardır ama hiçbirşey kızın istediği gibi gitmiyor, iş vereni onu o işe götüren taksiye bindiriyor...
Garip bir duygusallık var filmde, ama gerçekle de bağdaşmayan, hayal ürünü bir Akiko var, eskort kız olmasını bir türlü yakıştıramıyorsunuz, fazla çocuk, saf ve masum, iradesiz ve salak, ne istediğini bilmeyen, günü gününe anlamsız yaşayan biri gibi.
Hesabına çalıştığı adam ona bir takis tutuyor ve o gece eşlik edeceği adamın evine gönderiyor.
Yol boyunca ninesinin mesajlarını dinleyen Akiko için üzüldükçe üzülüyoruz, Akiko da üzülüyor ama büyük annesini görmek istemesine rağmen bir türlü taksiden inip onun yanına gitme cesareti gösteremiyor. Birkaç kez büyükannesinin onu beklediği mekanın etrafında taksi ile tur atıyor ama sonra çalışması gereken yere gitmek üzere yola devam ediyor.
Yaşlı öğretmen ve eskort kızın uyumsuzluğu hemen göze çarpıyor. Birinin önünde heba edilecek koskoca bir hayat, diğerinin önünde sayılı günler/aylar var.Fark sadece yaşta değil. Yaşlı adam okumuş, bilgili, kültürlü. Evinde her yerde yüzlerce kitap var, oysa kızın tek bildiği gülumseyerek ve soyunarak, rol yaparak hoşa gitmekdir.
Adam masa hazırlamış, çorba yapmştır, kızla sohbet edip iyi vakit geçirmek ister ama nafile, kız soyunur adamı yatağa çağırır vedaha gece başlamadan uyumuştur bile.

Sabah onu okula bırakır yaşlı adam. Kapıda kızı bekleyen nişanlısı onu hırpalar ve sürekli ondan açıklamalar ve cevaplar ister. Kız derse girer, yaşlı adam arabada onu bekler, nişanlısı arabaya gider ve kızın büyükbabası sandığı kişi ile iletişime geçer.
Kızı sevdiğini, onunla evlenmek istediğini anlatır, böylece kızın ona her zaman cevap vereceğini sanır.
İlişkileri ve evliliği, kitapları ve okulu sorgulayan dialog böyle başlar.
Genç, saf ve salak kız, kıskanç ve baskıcı nişanlısı tarafından şiddete mağruz kalıyor, yaşlı adam bu yaşına kadar öğrendiklerini bilge bir öğretmen edasıyla onlara aşılamaya çalışır. Bu üçünün biraraya getirildiği araba sahnesinde karakterlerin birbirinden ne kadar uzak , birbirilerine ne kadar zıt ve ne kadar da kendi içlerinde yalnız olduklarını görüyoruz. Herkes mutsuz, herkes kendince bu sıkıntılı yaşamın bildiği gibi üstesinden gelmeye çalışıyor.
Yaşlı adam dul, cocukları tarafından yalnızlığa terk edilmiş.
Genç kız ailesine sırt çevirmiş, yaptığı şeylerden rahatsızlık duyuyor, hayatı yalan dolan dolu ve yalnız, sahipsiz.
Genç nişanlı kıskanç, kızgın, zaptedilmez ve baskıcı.
İnsanın  bu hayattaki başarısı nedir, mutluluğu nerede gizli?
Sevdiğin ve birlikte olmak istdiğin insanları tolere edebilmek mi mutluluk, yalanları görmezden gelmek mi? Kimseyi bir kafese sıkıştırmadan mutlu olabilmek mümkün mü?
Yalnızlık, bir eskort kızla unutulur mu? Yalan söyleyen ve soruların cevaplarını beğenmeyen bir nişanlı, evlenince mutlu mu olur? 
Eskort kız herkesi ve kendini dahi kandırıyor, kim olduğunu bilmek istemiyor, üstüne üstlük düştüğü çukurdan kurtulmak için hiçbir çaba sarfetmiyor, hiçbir şey yapmamaya devam ederek  mutlu mu olacak?
Bu durağan film bu basit sorular ve çok da yeni ve etkileyici olmayan bilgilerle süslenmiş insan hayatından basit bir kesit sunuyor seyirciye.
Ben filmi çok da beğenmedim, bana yeni birşey de kattı diyemem çok az söz, çok az olay oluyor. Üzerinde  durulması ve derine inilmesi gereken bir film değil.
Filmin sonunda benim çıkardığım sonuç şu:  “ne ekersen onu biçersin”, ne seçersen osun.

25 Mart 2013 Pazartesi

Barbara

Barbara (2012)

Muhteşem bir yeşillik, harika bir doğa ve köhne binalar, eski püskü masalar, eşyalar, yalnızlık dolu evler, toprak yollar, bisiklet... (Bu çok tanıdık manzarada çocukluğum gözlerimin önüne serilmedi değil.)
Oyunculardan Nina Hoss ve Ronald Zehrfeld çok iyi oynamışlar.

Yalnız bir kadın Barbara, doktor, batı vizesi alabilmek için başvurusu reddediliyor ve küçük bir kasabaya sürgün ediliyor. Bu kasabaya yerleşiyor ve oradaki hastanede çalışmaya başlıyor. Batıdaki sevgilisi ile gizli kaçak buluşmaları oluyor ara sıra. Batı’ya gitmek için gizlice planlar yapıyorlar ve para biriktiriyor. Bunu bilen sivil polisler tarafından sürekli gözlemleniyor, sıkça evi aranıyor, iç organlarına kadar herşeyi inceleniyor... Garip bir baskı ortamı.
Herkesten uzak ve kimse ile yakınlaşmak istemeyen bu kadın o küçük kasabada doktorluğunu, varlığının değerini ve bu tıkanmışlıkta bile insanlara yardım edebildiği için mutlu olmayı öğreniyor. Soğuk ve mesafeli duruşu hastalardan kurtardığı Stella ile yumuşamaya başlıyor, Stella hamile ve çocuğunu Batı’da doğurmak istiyor.

Çalıştığı hastanede meslektaşı Andre ile iyi bir ekip oluyorlar. Zaten filmdeki en etkileyici şey aralarındaki garip uyum ve çekim. Daha fimin başında bu iki karakterin birbirileri için yaratıldıkları hissine kapılıyorsun. Bu iki kişinin birlikte olması gerek diyorsun kendi kendine. Film ilerledikçe Andre ve Barbara’nın da yakınlaşması arttıkça artıyor ve bu Barbara’nın hayatının dönüm noktası oluyor.

Geldiği yol ağızında seçim yapmalı belirsiz ve hayallerini süsleyen Batı ile realist ve hümanist Andre arasında...
Barbara seçimini yapıyor.

Hayat seçtiklerimizdir! Mutluluk ise yanıbaşımızda.


22 Mart 2013 Cuma

SHUTTER ISLAND

Shutter Island karanlık ve gerilimli bir film. Dennis Lehane’ın Zindan Adası” kitabından sinemaya uyarlanmış.

Film, Leonardo Di Caprio, Michelle Williams, Ben Kingsley, Marc Ruffalo gibi iyi oyuncuların yer aldığı ve  görsel efektlerin güçlü olduğu bir gerilim. Gerildikçe geriliyor insan seyrederken, birçok sahneyi gözlerimiz hafif kısık seyrediyoruz.Yani bu film öyle koltuğunuza rahat rahat uzanıp seyredebileceğiniz türden değil.Neyse ki arada nefes aldırmayı unutmuyor yönemenimiz.
Shutter Island adı üstünde bir adada geçiyor. Ada aslında prikyatrik sorunları olan, akli dengesi yerinde olmayan suçluların tutulduğu ve tedavi edilmeye çalışıldığı bir yer.
Baş kahramanımız , federal ajan ve dedektif Teddy Daniels bir yardımcısıyla, kayıp bir kadını aramak üzere adaya feribotla geliyorlar. 

Yavaş yavaş adadaki herşeyi Teddy’nin gözüyle görmeye başlıyoruz. Bir şekilde Teddy ‘nin kendisiymişiz hissine kapılıyoruz. Koğuşların karanlığı, doktorların sözleri, konuşmaları, oradaki yardımcılar, hastalar herşeyden irkilip skeptik bir şekilde filmi izlemeye dalıyoruz. Herşey gri ve kasvetli. Ana karadan uzaklık, karanlık, yağmur, fırtına,gece, deniz feneri, kayalıklar, mezarlık ve gerilimli bir müzik eşliğinde olay örgüsü sürükleyici ve etkileyici bir anlatımla karşımıza seriliyor.
Leonardo Di Caprio oldukça başarılı. Ben Kingsley ve Marc Ruffalo’nun oyunculukları ortalamanın üstünde, yönetmenin Martin Scorsese olması biraz garip geldi bana, bu kadar gerilimin üstünden iyi gelmiş doğrusu.

Filmin sonu gerçekten acıklı. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu filmin sonunda kavrıyoruz.
Kendi yaşamı ve gerçeği ile yüzleşemeyen, yaşadığı derin travmayı kabullenemeyen, hayatta sevdiği herkesi ve herşeyi çok acı bir şekilde kaybetmiş bir adamın kendi kendini tıktığı bir tımarhaneye dönüşüyor bu ada.Teddy’nin sanrılarınyla donanmış ve aslında gerçekle çok da bağdaşmayan bu hapishanede, kendine yakıştırdığı farklı bir kimlikle var olmak ve o kimikle yaşamına devam etmek isteyen bir adamın gerçeğe karşı savaşının hikayesi bu.
” Hangisi daha kötü olurdu; bi canavar olarak yaşamak mı, yoksa iyi bir insan olarak ölmek mi?“
Teddy’nin yarattığı bu hayali dünyada iyilik uğruna çalışan dedektif kimliğini tercih etmesi doğru bir seçimmiş gibi geliyor bize, çünkü herkes “iyi biri olarak yaşamak ve bilinmek “ ister.

Aslında fim insan beyninin ve psikolojisinin gücü üzerine de iyi bir örnek oluştırmakta. Herşeyin kişiden kişiye nasıl değiştiğini ve ne kadar farklı algılanabileceğini çok net bir şekilde gözler önüne seriyor. Hepimizin içinde yaşadığı bu dünyayı kavrama biçimimizin kendi bilgilerimiz ve yaşamlarımız doğrultusunda şekillendiğini bir kez daha anlıyoruz. Ve aslında bizim kim olduğumuzu belirleyen temel şeyler, yaşadıklarımız ve tecrübe edindiklerimizin kafamızda oluşturdukları “ben” imajından başka birşey değildir.
Filmin artısı iyi bir senaryosunun olması. Film boyunca rüya-gerçek, gerçek-haüsinasyon, gerçek-hayal gibi gelgitlerle seyirciyi ekrana kilitleyen ve  nefis bir sonu olan bu filmi gerilimden hoşlananların seveceğinden eminim.

18 Mart 2013 Pazartesi

The Master

The Master

Freddie Quell kayıp bir vaka, kimsesiz bir adam, sevgisiz  ve ilgisiz büyümüş biri. Bir ayyaş, bir seks düşkünü, güvenilmez ve iş yapamaz bir düşmüş. Doğduğu yere ait olmadığı gibi, bağlanma sorunları da olan biri. “The Master” böyle bir adamın hikayesinin etrafında yeni oluşmakta olan “The Cause” grubunun (tarikat/ inanç vs olarak da aldandırılabilir) insanların hayatındaki yerine ve gerekliliğine değiniyor.
Film, insanın temeldeki yalnızlığını, bir şeye ait olma, bir umuda tutunma ihtiyacını anlatırken bu tip sosyal grupları, oluşumları hem eleştiriyor, hem de bizleri bolca düşündürüyor. 

Hepimizin içinde bir yere umut bağlama, bir yerde sevilme, orada kabul görme ihtiyacı duyuyoruz. Ailede bunu alamazsak, dışarıda bir yerlerde bunu mutlaka arar ve bulmanın peşine düşeriz. Çünkü olduğumuz gibi sevilme ihtiyacımız çok baskın ve aslında yalnızlık taşıması ağır bir yük. Yalnızlık bir süre sonra kendi kendimizi yok eden ürkütücü bir girdap, bir kısırdöngü halini almaya başlar ve seni iyi biri olmaktan uzaklaştırır.
İnsan hayatı kendini anlatma ve varlığına bir anlam katmanın dışında nedir zaten?

Burada "The Cause" modern kaybolmuş insanın psikolojisi üzerine bir eleştiri. 
"The Cause" tarzı oluşumlar insanlar için çöldeki bir vaha gibi,
Quell ve Dodd’un dostluğu, birbirileriyle olan bağ etkileyici.Quell bir köpek gibi Dodd'a bağlı. Quelle hayvani dürtülerle hareket eden, onun fikirleri uğruna tüm değerleri çiğneyebilen biri, çünkü sevilmeyi ve kabul görülmeyi sadece onun yanında yaşar. Dodd Quell’i kurtarabileceğine inanıyor, onu ailesinin, grubun, tarikatının içine sokuyor. Ona aidiyet duygusunu, sevilme duygusunu yaşatıyor.
Quell kendi hayatını arayıp bulma uğruna Dodd'u bırakır.
Ve bir grubun, tarikatın ya da ona ne derseniz deyin, oranın kurallarına, efendisine ihanet ederseniz  dışlanırsınız, kabul görmezsiniz, onlar sizi atmazlar ama siz kendi isteğinizle oradan çıktarsanız artık oraya geri dönüşünüz de mümkün değildir.

Freddie Quell , Dodd'u ve The Cause'u terk eder, geri döner ama artık orada istenmemektedir.
Freddie Quell bunca yaşanandan sonra  kayıp bir vaka olmaya devam ederek film son buluyor.
Tıpkı Buñuel’in 1961 yapımı “Viridiana” filminde Viridiana’nın yardım etmeye çalıştığı fakirlerin, dilencilerin, sokakta yaşayanların aslında bir iyilik karşısında “öz”lerinin değişmeyeceğini anlatması gibi 2012 yapımı The Master da aynı şeyi söylüyor: insanı kutraracak tek şey insanın kendisdir, seni sen yapan şey, kendine inancın, kendin için yaptıkların. Din, dil, ırk, topluluk hepsi birer köprü ya da tuzak ve aslında hiçbiri senin özüne sen izin vermedikçe ulaşamamakta.
Filmden sonra kime ve neye değer verdiğimiz, kim olduğumuz ve nasıl bir dünyada yaşadığımızın değerlendirmesini yaparken, eleştiri oklarını acımasızca kendi özümüze fırmaltmaktan hiç çekinmiyoruz. “The Master “ sayesinde bir tokata daha mağruz kalıyoruz.
Özetlemek gerekirse film insanın bir yere (bunlar mekan, grup, topluluk, sosyal kuruluş, aile vs. olabilir) ait olma ihtiyacını ve orada olduğu gibi kabul görmesinin önemi üzerinde dururken, insanın derin YALNIZLIĞINI çarpıcı bir şekilde işlenmiş.
Freddie Quell karakteri bir "kaybeden". Zayıf insan, içki bağımlılığı, aile sorunları, insanın kendinden ve kim olduğundan kaçamaması gibi konular çok iyi işlenmiş.
İnsanın en temel ihtiyacı sevgi ve olduğu gibi kabul görmesi üzerine bir başyapıt  "The Master". Bu yılki aday filmlerin arasında en kayda değer özgün senaryolardan birine sahip. Ben çok beğendim.
Joaquin Phoenix'in Oscar alamamasının en büyük nedeni filmde sergilediği olağanüstü performansı değil, canlandırdığı karakterin bir "kaybeden"e,bir “düşmüş”e ait olması.
Philip Seymour Hoffman rolün hakkını çok çok iyi vermiş.
2012 yapımı filmlerin içinde seyredilmesi gerekenlerin arasında ilk 10'umda “The Master” kesinlikle var!

Not : Joaquin Phoenix bana Bradley Cooper gibi çıtır çerez bir oyuncunun en iyi erkek oyuncu dalında Oscar’a aday olmasının ne kadar saçma olduğunu bir kez daha gösterdi. Aynı kulvarda yarışmaları bile saçma. Ah Bradley, ah daha çooook ekmek yemen gerek, bu halinle Joaquin’in eline su dökemeyeceğin gibi, küçük tırnağı bile olamazsın.

14 Mart 2013 Perşembe

Yalnızız - Peyami Safa

Türk edebiyatının dünya edebiyatı kaşısında birkaç sıfır geride olduğu kesin, yine de bize bizi anlatacak iyi yazarlar ve iyi yapıtlar da yok değil. Peyami Safa’nın Yalnız’ız kitabı harkulade.
Soluksuz okudum. Bittiğinde de hüngür hüngür ağladım.

Lisedeyken okuduğum Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’la sevmiştim Peyami Safa’yı daha sonra da Fatih –Harbiye’siyle hayranı olmuştum. Şimdi de Yalnızız adlı kitabı ile büyülendim. Tamamlandım.
Öyle güzel seçilmiş, incelenmiş analiz edilmiş ki karakterler tadına bir türlü doyamadım Meral’in, Feriha’nın, Besim’in, Necile’nin.Hele Samim adlı karakterin şüpheci, analizci, düşünen, doğru değerlendiren, ahlaklı, idealist yapısı beni benden aldı.
Kitabın içindeki her bir karakterin psikolojisini oyle güzel aktarılmış ki kısa sürede herbirinin dostu oluveriyorsunuz anlamadan.
Akıcı, duru bir anlatım, aşk, sevgi, öfke, hırs, gizli duygular, kendinle hesaplaşmalar, ütopik bir ülke, doğruluk, güzel ahlak, çirkinlik, erdem, kadın , erkek gibi hayatın ayrılmaz parçası olan binlerce konu bu kitabın içine sığmış, bizim içimizdeki gizli kalmış tüm duyguları apaçık önümüze serebilmiştir Peyami Safa.
Kısacası “Yalnızız” romanı  şimdiye dek okuduğum türkçe yazılmış en iyi eser.


Kitaptan nefis alıntılar:

“...dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör kendi içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel.”

“Kendini tanımayan ve bunun için çaba sarf etmeyen; sadece görüntüyle yaşayan insan, ilk cezasını yaşarken çekmeye başlar. Kendinin farkında olmayı, o güzelliği idrak etme hakkını yaşarken kaybeder. Bu nedenle mutlu olamaz. Bir yerden başka bir yere savrulur, durur.”

“İnsanlar gölgelerdir. Konuşmadan anlaşırlar. Birbirlerinden hiçbir şey saklamazlar. Seni görür görmez bir simeranya kadınına benzettim. Elbisenin içinde yalnız ruhun var. Yüzün bir örümcek ağı. Gözlerinde sen dolusun. Gurur ve yalan yok. Seni sevmek istiyorum. Bu bir hayal. Simeranya gibi sen de yoksun. Yaratıyorum seni ben, kendi arzuma göre, ismini sakın söyleme bana. Birbirimizi bir daha görmeyeceğiz."

“İkincilerimize hakim olduğumuz nispette insanız. Hepimizin ruhumuzda en az bir katil, bir kaç hırsız, bir sürü yalancı, iftiracı ve sayısız can, mal ve ırz düşmanı var. Bunları hapsediyoruz. Yoksa kim adam öldürmez, çalmaz, iftira atmaz, ev bark yıkmaz?”

“Yalnızım, evet yalnızız. Yani, bak, büyük kalabalıkların ortasında, insan denilen sosyal varlık kendi iç dünyasının mahpusu halinde, şifasız bir yalnızlığa mahkum. Yalnızım, evet herkes yalnızdır, yalnızız. Bütün ihtilaflarımızda yalnızlıklarımız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz birbirine karşı yalnızdır”

“Kadının aşk ahlakı, bazen aşk dışında ahlak tanımaz.”

“İnsanın bütün dramı buradadır. Çünkü onun bu yüksek şuur tabakaları (birincisi), somatik yapısının (ikincisi) tesirlerinden kurtulacak kadar gelişmemiştir. “Sosyal ben” ötekinin, yani “biyolojik benin” emri altındadır. Kölesidir onun. İnsanı intihara veya haberi olmadan bir çok hastalıklara sürükleyen günah kompleksi böyle bir iç mücadelenin ürünüdür”

"Hastalık, insanın ruhundaki bir sıkıntıya bedeninin isyanıdır."

“Çok doğru. çünkü buluştukça hep kavga ediyoruz. Hakikaten bu senin kendi kendinle kavgandır. Ucu ne kadar uzaklara gider bu mücadelenin, bilir misinz? Anlattığım kadar basit değil. Fakat şimdi seni güç kavrayabileceğin metafizik meselelere koşturup yormak istemem. onu geçelim. Ferhad’ı sevmediğin halde ona bu kadar şiddetli alaka duyman , hakikatte, onu sevmek ihtimaline karşı yaptığın mücadelinin, “sevmek öncesi” diyebileceğimiz bir hal içinde, bir mücadele aşkının bahanesi olmaktadır. Yani ferhad’ı sevebilseydin bu mücadele aşkı derhal sona erecekti. Sana kolay bir formül vermek için diyebilirim ki, aşk iki kin arasında bir mütarekedir.
- Fakat aşk hayranlıkla başlamıyor mu? Başlangıçta kin yok ki.
- Hayranlık mağlup olmuş bir kıskançlıktır. Yani kıskançlık gıptayai gıpta hayranlığa yerini verir. Dibinde kin vardır. Gitgide, hayranlığın zaafa uğradığı anlarda bu kin ortaya çıkar.”

“İntihar ediyorum. Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım.”

11 Mart 2013 Pazartesi

Anna Karenina ve Madame Bovary

Anna Karenina ve Madame Bovary

Dünya edebiyatında tutkuları uğruna, sahip oldukları herşeyi yitirmeyi göze alan bu denli  tanınmış, bilindik, içimize kazınmış, damarlarımıza işlemiz başka iki kadın karakter varmıdır bilmiyorum.
Onlarda “ tutku “ öyle bir tutkudur ki uğruna hayatlarını dahi feda ederler ikisi de.
Onlarda “aşk ” öyle bir aşktır ki gözleri bundan daha yüce daha büyük birşey görmemekte ikisinin de
Bu iki kadının trajik hayatlarının birçok ortak yönü var

-         ikisi de kadın
-         ikisi de tutkulu
-         ikisi de aşk uğruna ölüyorlar
-         ikisi de inandıkları aşkın ve tutkuların esiri oluyorlar
-         ikisi de bahtsız
-         ikisi de aldatılmış
-         ikisi de kandırılmış
-         ikisi de toplum tarafından reddedilmiş
-         ikisi de ahlaka meydan okumuş
-         ikisi de toplumun dayattığı kurallara karşı gelmiş
-         ikisi de cesur ve gözüpek
-         ikisi de anne
-         ikisi de sıkıcı birer evliliğin içinde yaşamış
-         ikisi de intihar ediyor
-         ikisi de “aşk” sözleri veren erkekleri tarafından kullanılıp bir kenara itiliyor
-         ikisi de sevdikleri adamların gözünde sadece birer zevk objesi ötesi yok
-         ikisinin de ölümü birer isyan : aşka, tutkuya, inançlara, topluma, ahlaka, kurallara, seçtikleri yaşama isyan,
-         ikisi de ölümü bir kurtuluş olarak seçiyorlar: sevgisizlikten, aşksızlıktan, monotonluktan kurtulma yolu.  Sırtlarını döndükleri kalıcı değerlerde, değersizleştiklerini anlayıp intihar ediyorlar.
Aralarında sıralanacak binlerce ortak yön daha var .

Anna Karenina’nın uyarlandığı 2012 yılı yapımı filmi seyrettim geçenlerde. Görsellik ve kostümler gerçekten iyiydi. Filmin uyarlamasına gelince sevip sevemediğime bir türlü karar veremedim. Trajikomik ve teatral bir uyarlama olmuş.
Romanın baş karakteri Anna Karenina, Rus aristokrasisine mensup şık ve güzel bir kadındır. Yüksek bir devlet memuru olan Aleksey Aleksandroviç Karenin ile evli ve bir erkek çocuk sahibi olan Anna Karenina'nın sevgisiz ve monoton bir evlilik hayatı vardır.
Kardeşinin eşiyle araları açılmıştır, evliliklerin düzelmesine yardımcı olmak için Moskova’ya gider. Yolculuk yaptığı trende genç ve yakışıklı Kont Vronski'nin annesi de vardır.Annesini karşılamaya gelen genç kont Vronski, Anna ile ilk kez orada karşılaşır.
Filmde Anna karakteri fazlasıyla dominant gösterilmiş kanımca. Ne istediğini bilen güçlü bir kadın gibi görünüyor, tutkuyla bağlandığı ve sevdiği adamla olmak uğruna herşeyi feda ediyor. Ailesini , oğlunu, kendi hayatını... Anna’nın ideali peşinden herşeyi hiçe sayarak sürüklenmessinin ardından aşığı Kont Vronski’nin bir türlü onu tam olarak sahiplenememesi, annesinin ve özellikle de toplumun ondan istediklerini yapma zorunluluğu ile hareket ederek Anna’ya sırt çevirmesi Anna’nın sonunu hazırlıyor. Zaten çevresindeki herkes tarafından “ahlaksız” olarak dışlanan Anna, genç Vronski’nin başka kadınlarla ilgilnemesi, eve geç gelmeleri, Anna’nın kıskançlık krizlerinin artmasıyla, aşkı uğruna herşeyi feda eden bu kadını cehenneme sürükler. Kont Vronski’den çocuğu olmasına rağmen onu bu hayatta tutabilecek tek şey sahip olduğu tutku ve aşktı, bunun da cisimleşmiş hali Kont Vronski’ydi.Vronski'nin ona sırt çevirmesiyle, çevresindeki herkesin onu reddedmesi ve yaptığı bu seçimde herkese karşı tek kalması Anna’yı ölümü seçmeye itiyor.
Bir tren garında başlayan aşk, yine bir tren garında son buluyor.
Ben şahsen arka plandaki saf ve temiz aşkı beğendim. Bu Konstantin Dimitriyeviç Levin ve Kitty Şçerbatski’nin aşkı.
Kitty’ye  kur yapan Kont Vronski’nin karşısında rakibi Levin var.Levin Kitty tarafından reddediliyor. Kont Vronski’nin Anna’ya aşık olması Kitty’nin sağlığını bozacak kadar etkilese de bir süre sonra bu kalp yarsı geçiyor. Levin’in Kitty’den vazgeçmemesi, ilk evlenme teklifinin reddinden sonra  dahi  Kitty’ye duyduğu aşkın devam etmesi çok dokunaklı. Kitty toparlanır. Düşünür taşınır ve Levin’le evlenir, ona bir erkek çocuk doğurur. Sadelik ve mutluluğun eşsiz örneği. Sağlıklı nesillerin devamı ve gerçek aşkın umudu da aslında bu aşkta. Eş seçiminin önemi ve eşinle mutlu olmanın mümkün olduğunun ıspatı Levin Kitty aşkı.

Bu yıl Madame Bovary’nin de çekilmesini isterdim. Emma’yı kim canlandırırdı aceba? Bir doktorla evlenen ve okuduğu kitaplardaki aşkı  gerçek hayatta ve evliliğinde bulamamış deli dolu ve tutkulu bu bahtsız kadının hikayesini Hollywood nasıl işlerdi aceba? İlgiye, bilgiye susamış bir kadının tutkuları uğruna hayatını hiçe sayması ekranda yine yeniden sıkılmadan izlenirdi doğrusu .

Neyse ki günümüzde kadınlar çok daha güçlü. Seçtikleri ve sevdikler adamlarla evlenme özgürlüğüne sahip, boşanıp, tekrar kendi hayatlarını yaşamaya, hatta yeniden evlenme özgürlüğüne de sahipler. Tüm bunlara rağmen bugün de sıkıcı evliliklerinin içinde sıkışıp kalmış milyonlarca Anna Karenina ve Emma Bovary’ler var, tıpkı milyonlarca Levi ve Kitty’lerin olduğı gibi...Bir de eş, çocuk, hayat feda edilmeksizin yaşanan ve biten nice Kont Vronski ve Anna Karenina aşkları da var.

Hayat yaptığınız seçimdir, siz neyi seçtiniz?



8 Mart 2013 Cuma

Dünya Kadınlar Günününz Kutlu Olsun!

Bugün sekiz mart, dünya kadınlar günü. Dünya bugün kadınların sosyal, ekonomik ve politik yaşamın içinde aktif rol almalarını kutluyor.  Kadının ikinci sınıf varlık olmamasını, toplumsal kalkınmanın temel taşlarından biri olmasını, çalışıp, para kazanması, çocuk eğitmesi, anne, eş , kız kardeş, nine, olmasının dışında çevresini, her gün kendine kattığı bilgiyle aydınlatmasını  her geçen günle evini, işini, ailesini, çevresini, ülkesini ve nihayetinde dünyayı sevgi, şevkat ve emekle taçlandırmasını kutluyoruz bugün. 

Tam da bugün türk kadını olarak kadına ve onun gücüne ve aklına inanan Atatürk’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Ey türk kadını, farkındamısın bilmiyorum ama bunun için savaşmana ya da kan dökmene bile gerek kalmadan sana seçme ve seçilme hakkı veren Atatürk’tür. Seni toplumda saygıdeğer bir yerde gören de odur. Senin yolunu açan, sana yarınki nesli, geleceği emanet eden ve ülkenin güçenmesinde sana destek ve güveni de veren Atatürk'tür.
Onun sözlerinin ışığnda güneş olmaya çalışmalısın, öyle ki eriştiğin her noktayı adınlatmalısın. Sahip olduğun demokrasiye ,eşitliğe, özgürlüğe sahip çık. 
Atatürk'ün sözleri sana kim olman gerektiğini asla unutturmasın.
 
"Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medeni mevkiini selahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasi hayatla, Belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu selahiyet ve lihakatle kullancaktır."

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?" 

"Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım."